"Vize lazım mı Malta'ya?"
"Hayır"
"Ama bizim Türk pasaportumuz var"
"Olsun, Hollanda oturum kartınız varsa problem yok"
"Emin misiniz, Malta vize uygulamaya başlamış"
"Tabii tabii, çok eminiz..."
Keşke, dünyanın kendi vatandaşları etrafında döndüğüne kendilerini
bu kadar inandırmayıp, biraz daha araştırmacı olsa su Hollandalılar...
Evet, Türklere vize 'paralı' değil, ama gitmeden önce vizeye başvurulması
ve onaylanması gerekiyor artık. Neyse benim oturma iznimin yenisi
gelmemiş ki, ben de babadan geçen şüpheciliğim ile Malta konsolosluğundan
yazı alıp gitmişim. O yazı bizi Malta'ya zor da olsa soktu...1565'te
Sultan Süleyman'ı ve Turgut Reis'in donanmasını püskürttükleri gibi
püskürtemediler bizi işte, oh olsun...
Malta adasına, Akdeniz havası almaya gittik, bizi Karadeniz havası
karşıladı. O ne fırtına, o ne rüzgardır ki, bizim yolda yürüyemememize,
Sibel'in şapkasını beyaz köpüklü sulara kaptırmamıza, saçların cadaloz
gibi havaya dikilmesine sebep oldu. Hele hele, Amsterdam’da 20 derece
sıcaklığı ve güneşi bırakıp gittiğimiz düşünülürse...
Otelimiz, hastaneyi andıran, balkonundan -en azından benim- parmak
ucuna yükselerek deniz manzarasını görebildiğim La Valetta. Yeri
cok stratejik, içi tam bir derbede. Adeta AB'ye giren bir ülke standartlarını
sorgular şekilde.
Olsun, orada sadece uyuyacağız zaten. Hele güneşli bir sabaha uyandığımızda,
orası 3 gün sonunda özleyeceğimiz bir mekan haline gelecek.
2. gün ve işte Akdeniz havası. Rüzgarlı ama güneşli, ve ilk Mellieha
körfezi tecrübemiz. Antik, amortisorsuz '73 model otobüsümüzde,
böbrek taşı düşürürcesine yaptığımız 45 dakikalık yolculuk ve Akdeniz.
İşte buraya geliş nedenimiz. İşte yakından, canına yandığım,delicesine
özlem duyduğum Akdeniz. Su soğuk. Sezonu sadece Maltalılar değil,
deniz de açmamış sanki. Olsun. Dalgaların sesini dinleyip terapi
yapmak için bile gidilir. Paradise körfezi. Uzun bir trekking sonucu
varıp, WC'lerin bile açık olmadığını görüp kös kös geri döndüğümüz
koy. Adı gibi el değmemiş, sezonu açılmamış.
Akdeniz insanı, her zaman cana yakın, yardımsever ve çözüm bulucu.
45 dakikalık yolculuk boyunca 4 ayrı kez otobüs bileti kontrolu
yapacak, kot pantalonlu, ciddi görünmeye calışan görevlileri gibi
işgüzar. Müşterisine gelen telefonu dinleyip, konusmalarına yorum
yapacak garsonları kadar geniş ve rahat...Aşırı bir İngiliz etkileşimi,
ama kesinlikle kendini sadece
Maltalı olarak gören bir ulus.
Türklerin tipik özelliği 1: Gidilen her
yeri tanıdık bir yerlere benzetmek. 'Hah, Topkapı sarayına geldik!'
(Valetta Grand Harbour surları), 'aynı Bodrum Gümüşlük değil mi?'
(Spinola Körfezi). Elbette, benzer yanları var, özellikle betonlaşmanın,
ve kötü yapılaşmanın andırdığı İstanbul ile, ama ne anlamı var sanki
bu hasret dolu benzetmelerin.
Türklerin tipik özelligi 2: Öğle yemeği
beklerken, akşam ne yiyeceğini düşünmek! Dostlar sağolsun, Okan
ve Reyhan sayesinde,her şeyi elimizle koymuş gibi bulmakla kalmadık,
4 gün boyunca her öğün tam bir ziyafet çektik. Gidenler, Bouzuki
Yunan restoranını atlamayın. Tabii, bir şişe Ouzo içmiş olmamızın
da etkisi var ama, geçirdiğimiz en güzel geceydi...
Hafif bulutlu, az güneşli, bol huzurlu, az tarihsel gezili günden
sonra, bugün bizi Amsterdam’a hazırlamak istercesine kapalıydı hava,
ayrılırken Malta'dan. Gene de, uzun uzun maviye baktık ve depolamaya
çalıştık o çok özlediğimiz gorüntüyü. O, hiperaktif Lale Ak’ı bile
konuşmadan saatlerce oturtan görüntüyü...
Temiz hava, mavi ve -az da olsa- güneş insanın beynini dinlendiriyor.
Bize de öyle oldu. Beyinlerin içini boşalttık, geldik. Bizi ne kadar
idare eder bilmiyorum, ama her şeyin bir anlamı var biliyorum. Bu
tatilde, bir kez daha Akdeniz'le bütünleşmek gerekliliğini ve daha
önceki yazılarda da yazdığım gibi, ruhumun nereye ait olduğunu hatırladım...Hayatta
karşılaştığımız herkesin, yasadığımız her anın bir anlamı, bize
vereceği bir mesaji var...Bu seferki 'enerji toplamaya ve paylaşmaya
devam, mümkünse Akdeniz'e yakın bir şekilde.