(Bu metin Baudrillard'ın
28 Nisan 2004 tarihinde İzmir'de yaptığı konuşmanın çevirisidir.)
Kafanızda
iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir
yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına
yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde
bulunan kavrulmuş insan bedenlerinden birini andıran ve çökmüş kulelerden
yağan toz toprağın altında kalmış teknokratın görüntüsü olsun. Bu
teknokrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya
çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını
basan bir görüntüdür.
Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki
atölyesinde bir sanatçı., kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere,
bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu
andıran bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini
almış olup, bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir.
11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel
üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek
kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir
sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.
Burada: İstisnai, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin
sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla
ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini
rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olay-olmayan-olaya mahkum
edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay
11 Eylüldür.
İnsan bedenleri, akıp giden zaman ve konuştuğumuz
dile özgü tüm işlevleri iletişim ağı örneğinde olduğu gibi bir araya
getiren, bütün kafalarda zihinsel bir perfüzyona yol açılmış olunan
bir aşamada, en önemsiz bir olay hatta tarihin kendisi bile bir
tehdide dönüşmektedir.
Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden
tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.
Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz
bir önlem/tedbir ve caydırma stratejisi güdülmektedir.
Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu/Minority Report
başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır.
Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları
önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler (precogs) aracılığıyla
suçluyu suçu işlemeden yakalayıp, etkisiz hale getiren komandolar
(pré-crimes) vardır.
Buna benzeyen bir başka film de: Dead Zone’dur.
Bu filmdeki kahraman da geçirdiği bir kaza sonucu insanüstü yeteneklere
kavuşmakta ve öykünün sonunda, gelecekte savaş suçlusu olacağını
öngördüğü bir politikacıyı öldürmektedir.
Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir.
Henüz gerçekleşmemiş bir eylem (yani Saddam’ın kitle imha silahlarını
kullanma iddiası) bahane edilerek‘suç’ daha kuluçka aşamasındayken
saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun
gerçekten işlenip işlenemeyeceğini tespit edebilmektir.Ancak bunu
hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun sözcüğün gerçek
anlamında cezalandırılmış olmasıdır.
Burada bir genelleme yapacak olursak, yalnızca
her türlü suçu değil aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki
baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın sistemli bir
şekilde engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir
şey haline gelmiştir. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz
edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı,
kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sistemini
kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir.
Bu strateji yalnızca geleceği değil aynı zamanda
geçmişte yaşanmış olayları da kapsamaktadır. Örneğin 11 Eylül olayının
neden olduğu eziklik Afganistan ve Irak savaşlarıyla örtbas edilmeye
çalışılmaktadır.
İşte bu yüzden bu savaşın aslında bir amaç ya da
hedeften yoksun bir yanılgı, sanal yani “gerçekleşmemiş bir olay”,
bir tür lanet okuma, bir şeytan kovma biçimi olduğu söylenebilir.
Bu savaş zaten bu yüzden bitmeyecektir çünkü bu
lanet okuma süreci bir türlü bitmek bilmemektedir. Bu savaşın önlem
amaçlı olduğu söylenmektedir – oysa geçmişi hedeflediği yani 11
Eylül’de gerçekleştirilmiş terör eyleminin o gezegen boyutlarındaki
denetim üzerinde yaratmış olduğu etkileri silip, yok etmeye yönelik
bir girişim olduğu söylenebilir.
Sıfır ölü zorunluluğu üzerine oturtulmuş olan güvenlik
saplantısı nedeniyle: Eylem, düşman ve ölüm dümdüz edilip, ortadan
kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir
dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin
de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyama’nın istediği gibi demokratik
bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü
olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe
benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda
bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır.
En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı
teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun,
kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist
küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.
Acaba bu ironide soğuk savaş ve terör dengesindekini
anımsatan özgü bir şeyler mi vardır? Oysa günümüzdeki caydırma girişimi
soğuk savaşla ilişkisiz, dengesini yitirmiş bir terör üzerine oturmaktadır.
Daha doğrusu bu tüm toplumsal ve politik yaşantıyı kılcal damarlarına
kadar darmadağın eden evrensel bir soğuk savaşa benzemektedir.
İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşme çabası Moskova’da
yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam
sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay
deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün
yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili
kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!
Örneğin, Stockholm sendromunun yaşandığı sıralarda,
ölülerin birbirine karıştırılması hepsini sanal anlamda suçluya
dönüştürmüştür (keza Azınlık Raporu adlı filmde suç işleyeceği öngörülen,
suçlu olmayan ‘suçlunun’, suçu işlemeden cezalandırılması ona daha
sonra masum insan muamelesi yapılmayacağını göstermektedir).
Durum gerçekten de böyledir zira iktidarlar açısından
kendi halkları potansiyel teröristtirler. Oysa iktidarlar cezalandırma
yöntemine başvurarak kendilerine rağmen bu terörle suç ortaklığı
yapmaktadırlar. Terör ve ceza arasındaki bu eşdeğerlik ilkesi hepimizin
iktidarın sanal rehinesi olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle
tüm iktidarların, tüm halklara karşı bir koalisyon oluşturduklarını
ileri sürebiliriz – bunun bir ilk örneğini Irak işgali sırasında
yaşadık çünkü bu işgal olayında tüm iktidarların rızaları az çok
üstü kapalı bir şekilde alınmışken, dünya kamuoyu hiçe sayılmıştır.
Dünyada bu savaşa karşı gerçekleştirilen gösteri yürüyüşlerinin
ortaya koyduğu bir şey varsa, o da ortada olası bir karşı iktidarın
varlığından çok Amerikanın “Realpolitique” uygulaması karşısında
“Uluslararası toplumun” herhangi bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı
gerçeğidir.
Bundan böyle karşımızda herhangi bir egemenlik
ya da temsil edilme sorunu olmayan eylem halinde saf bir güç bulunduğunu
söyleyebiliriz. Bu tamamıyla olumsuz bir güçtür. Egemenliğini temsil
edilme/etme üzerine oturtan, politik amaçlara sahip bir iktidarın
dengesini koruyabileceğini söyleyebiliriz – en azından böyle bir
iktidarla mücadele edebilir, varlığını tehlikeye sokabiliriz. Oysa
bu tür bir egemenlik biçiminin sona ermesi durumunda meydanın ölçü
kavramından yoksun, karşısında dengeyi sağlamaya yönelik bir karşı
gücün bulunmadığı, vahşi (bu doğal değil teknik bir vahşiliktir)
bir iktidara kaldığı görülmektedir.
Böyle bir toplumunsa, tuhaf bir şekilde dönüp dolaşıp sonunda iktidarın
ne olduğunu bilmeyen ilkel toplumlara benzediği söylenebilir. Lévi-Strauss’a
göre bunlar tarihsiz toplumlardır. Peki ya günümüz dünya toplumu
olarak, bizler, küresel boyutlarda kendini dayatan bu güçten çekinip,
yeniden tarihsiz bir topluma dönüşürsek ne olur?
Oysa küresel iktidar adlı gerçeklik demek, bu iktidarın
sonu demektir. Öngörü ve olayları denetleyen bir güvenlik gücü üstüne
oturan ve karşısına çıkan hayaletleri saf dışı etmekten başka bir
şey düşünmeyen bir iktidar da bir hayalete dönüşmüş olup, kendisine
her an zarar verilebilecek hassas bir varlık gibi görülebilir. Bu
iktidar sınırsız bir sanal güce sahiptir. Bir başka deyişle dünya
çapında enformatik programları üretme ve işleme koyma, borsalar
oluşturma, haber ve hizmet, vs programlayabilmektedir. Oysa bu güç
onun oyunun bir parçası olmasını engellemekte, kendi iç çelişkileri
ve boşlukları nedeniyle de ancak kendi kendinin rakibi olabilmektedir.
Gücünün doruğundaki bu iktidar herkese rezil olmaktadır.
“İktidar Cehennemi” denilen şey sözcüğün gerçek anlamında bu türden
bir şeydir.
Olaylar temelde haberler aracılığıyla denetlenmektedir.
Gündelik haberler tarihin yok olmasına hizmet eden en etkili tezgahtır.
Ekonomi-politik nasıl değer yaratmaya yarayan devasa bir tezgahsa;
haber sisteminin tamamı da gösterge niteliğine sahip olay üretmeye
yarayan bir düzendir. Bu gösterge/olaylar evrensel ideoloji, gösteri,
felaket, vs pazarında bir değere sahip mal örneği değiş tokuş edilmektedirler
– özetle bu sistem olaysızlık üretmeye yaramaktadır. Buradaki haber
soyutlaması, ekonomi alanındaki soyutlamaya benzemektedir. Bu soyutlama
sayesinde nasıl tüm mallar kendi aralarında değiş tokuş edilebiliyorlarsa,
tüm olayların da aynı şekilde kültürel haber pazarında birbirlerinin
yerini alabildikleri söylenebilir. Sahneye konulması ve kodlanmış
bir görüntü silsilesine indirgenmesi mümkün olmayan özgün bir olay
yani olayı olay yapan şey bu yöntemle ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde
olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni “canlı
yayın” adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır- olaylar
bu “canlı yayın” denilen haber adlı boşluk içinde kaybolup gitmektedirler.
Çünkü bu haber düzeni önce olayları tözlerinden
arındırmakta, daha sonra yapay bir yer çekimi ortamı yaratıp onları
“gerçek zamanlılık/eş zamanlılık” adlı yörüngeye oturtarak bu kez
de tarihsel özlerini emmekte ve ardından politika-ötesi bir yer
haline gelmiş olan haber sahnesi aracılığıyla seyircisine sunmaktadır.
Olay-olmayan-olayla hiçbir şeyin olup bitmediği
bir yerde karşılaşamazsınız.
Tam tersine olay-olmayan-olayla her şeyin durmadan değiştiği, sonu
gelmeyen bir güncellemeyle gerçek zamanlı kesintisiz bir sürekliliğin
yaşandığı yerde karşılaşılmaktadır. Bu her şeyi her şeyi aynı düzeye
indirgeme anlayışı, bu duyarsızlık, olayın sıfır derecesi denilebilecek
bu pespayeliğe yol açan şey de zaten budur
Bu dur durak tanımayan tırmanış, aynı zamanda bir
tür üretim artışı anlamına gelmektedir – ya da buna bir tür moda
diyebiliriz ki, modanın yaşamın bütünüyle ilgili kusursuz bir eskime
ve (kompulsif) zorlayıcı değişim örneği olduğu söylenebilir. Modellerin
egemenliği altına giren bir farklılık kültürüyse her türlü tarihsel
sürekliliğe son vermektedir. Olaylar tarihsellik çizgisine uygun
bir şekilde olup bitmek yerine boşlukta art arda dönüp gelmektedirler.
Söylev ve imgelerin bu bolluğu karşısında savunmasız, çok yakında
çıkabilecek bir savaş tehlikesi karşısındaki kadar çaresiz, şaşkınlıktan
donup kalmış bir vaziyetteyiz. Bu bir yalan haber ya da habere boğma
sorunu değildir. FBI birimlerinin haberleri belli amaçlar doğrultusunda
güdümlemeyi hedefleyen bir Yalan Haber Ajansı kurmak istemeleri
saflıktan başka bir şey değildir – bu tamamen yararsız bir girişimdir
çünkü yalan haberi doğuran şey haber bolluğu, haberin büyüleme gücü
ve durmadan yineleniyor olmasıdır ki, böyle bir süreç nötron bombası
ya da çevredeki tüm oksijeni yutan bomba örneklerinde olduğu gibi
paramparça ve bir şey algılamanın mümkün olmadığı bir uzamsal boşluğun
oluşmasına yol açmaktadır. Burada savaş dahil her şey imgeler ve
yorumların gerçeğin yerini alması sayesinde başlamadan bitmektedir.
Belki de olup bitmekte olan olay konusunda, gerçekten sözü edilebilecek
bir şey yoktur. Tıpkı acımasız bir senaryoya uygun bir şekilde sürdürülen
ancak nasıl sonuçlanacağı konusunda en ufak bir fikre sahip olunmayan
şu savaşta olduğu gibi.
Olaya naklen sunulan olay görüntüleri tarafından
kısa devre yaptırma işleminin en açık ve seçik şekilde görüldüğü
yer medya evrenidir.
Haberciler sanki olaydan önce olay yerine ulaşmış gibidirler.
Bir felaket yaşandığında gazeteciler ve foto muhabirleri (/kameramanlar)
yardım ekiplerinden önce olay yerine ulaşmaktadırlar. Ellerinden
gelse felaket öncesinde orada olurlar. Ancak en iyisi olayı yaratmak
ya da olay kışkırtıcılığı yaparak taze taze sunma ayrıcalığına sahip
olmak.
Bu olay spekülatörlüğü gelişe gelişe sonunda Pentagon
önderliğinde oluşturulan “Olay Borsasında” suikast ya da felakete
biçilen değer üzerinden bir alım satım işlemine dönüşmüştür.
Bir olayın gerçekleşebileceğine inanıp, onun gerçekleşeceğine
inanmayanlarla bahse tutuşuyorsunuz. Bu spekülasyona dayalı piyasa
tıpkı soya ya da şeker piyasası gibi çalışmaktadır. Afrika’da AİDS’ten
ölenlerin sayısı konusunda spekülasyon yapabileceğiniz gibi. San
Andrea’daki fayın çökmesi konusunda da yapabilirsiniz (burada Pentagon’un
spekülasyona dayalı bu serbest piyasanın öngörülerine gizli servislerinkinden
daha çok değer verdiği söylenebilir).
Bu açıklamalar doğrultusunda bir uzmanın işlediği
suç konusunda konuşmak kolaylaşmaktadır. Bir olayı gerçekleştirmeden
önce olayın değeri üzerinden bahse tutuşmaksa en uygun çözümdür
(Bin Ladin’in 11 Eylül’den önce TWA hisse senetleri üzerinde bu
tür bir spekülasyon girişiminde bulunduğu söylenmektedir).
Bu olay insanın karısını öldürmeden önce onun adına bir yaşam sigortası
yaptırmasına benzemektedir.
Tarihsel zaman süreci içinde ortaya çıkan (çıkmış
olan) olayla naklen yayınlanan haber şeklindeki olay arasında çok
büyük bir fark vardır.
Gezegen düzeyinde bir denge bozukluğuna yol açan
bu elektronik sinyal yönetimi ve piyasalarına uygun olay “dünya
çapında” olmak ya da daha doğrusu dünya boyutlarına taşınabilen
bir olay-olmayan-olay olmak durumundadır: Dünya Kupası, 2000 yılı
kutlamaları, Diana’nın ölümü, Matrix, vb şeyler.
Bu olaylar üretilmiş olsalar da olmasalar da, haber
ağları tarafından sessiz bir salgın hastalık gibi yönlendirilmişlerdir.
Bunlar sahte olaylardır.
François de Bernard, yaptığı çözümlemede Irak savaşını
sinema kuramı ve pratiğinin birebir karşılığı şeklinde sunmaktadır.
Gördüğümüz şeyler oturduğumuz koltuklarda sürekli kasılmamıza yol
açmıştır. Bu “ bir filme benzeyen bir şey” değil filmin ta kendisidir.
Bu savaşın dekupajı yapılmış bir senaryosu vardır, bu yüzden sahneye
koyma sürecinde bu metne uyulması bir zorunluluğa benzemektedir.
Oyuncu seçimi, teknik ve mali olanaklar çok titiz
bir çalışmanın sonucudur . Bu bir profesyonel işidir. Bu ekip filmin
yayınlanması ve kanallara dağıtım sürecine de hakimdir. Sonuç olarak
bu işlemsel savaş devasa bir özel efekte, sinema bir savaş paradigmasına
dönüşürken, bizler, bu filmin “gerçek” olduğunu düşünüyoruz. Oysa
bu yansımalar sinematografik bir varlığa dönüşmüş savaş imgelerinden
başka bir şey değildir.
Öyleyse sanal savaş bir metafor değildir.
Bu, gerçeklik denilen şeyin sözcüğün gerçek anlamında
düşselleştirilmesi ,daha doğrusu gerçeğin derhal/anında bir kurmacaya
dönüştürülmesidir.
Böyle değerlendirildiğinde gerçeğin bittiği yerde,
sanal, onunla çakışması mümkün olmayan ancak ona neredeyse yapışık
denilecek kadar yakın bir mesafede, bu birinciye koşut ikinci bir
evren oluşturmaktadır.
Zaten bu hikayede yalnızca gerçeğin gerçekliği
değil aynı zamanda sinemanın sunduğu gerçeklik de önemlidir. Bu
olayın biraz Disneyland’ı anımsattığı söylenebilir. Şöyle açıklayalım:
Eğlence parkları sıradan yaşamı Disneyland türü bir eğlence parkına
dönüştürme konusunda bir bahane işlevi görmüşlerdir – aslında bu
parklar yaşama ait tüm alanların bir eğlence parkına benzetilmeye
çalışıldığını bir şekilde gizlemeye çalışmaktadırlar.
Sinema için de benzer şeyler söylenebilir. Günümüzde
karşımıza sinema olarak konulan şey, söz gelişi toplumsal ve politik
yaşamdan, manzaraya, savaşa, vs kadar hemen her şeyi ele geçirmiş
olan bir sinematografik biçimin somut alegorisinden başka bir şey
değildir – buna yaşamın bütünüyle senaryolaştırılmış biçimi de diyebilirsiniz.
Sinema hiç kuşkusuz bu yüzden giderek sinema olma
özelliğini yitirmektedir çünkü gerçeğin yerini almaya çalışmaktadır.
Gerçek giderek sinemayı yok ederken; sinema da giderek gerçeği yok
etmektedir. Bu olay her ikisinin de özgünlüklerini yitirmelerine
yol açan bir tür karşılıklı kan alış verişi işlemine benzemektedir.
Tarihi bir filme benzetecek olursak –ki, tarihin
bize rağmen bir filme dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz-, bu durumda
habere ait gerçekliğin, tarih adlı filmin ses-görüntü eşleştirme
(post-senkronizasyon), dublaj, altyazı gibi işlemlerinden ibaret
bir şey olduğunu söyleyebiliriz.
Federal Almanya Cumhuriyeti merhum Demokratik Almanya’ya
özgü toplumsal yaşantı ve dekorun yeniden yaratılıp, sahneye konulacağı
bir eğlence parkı inşa edecek (bir “nostalji” biçimi olarak “ostalji=
Doğu Bloku yaşantısına duyulan özlem”!). Öyleyse henüz tamamıyla
ortadan kalkmamış bir toplumun canlı canlı bir anıta dönüştürülmeye
çalışıldığı söylenebilir.
Aktüaliteyle iç içe girmekle yetinmeyen simülakrın,
“Gerçeğin” yakın bir gelecekte hem şimdiki zaman dilimi hem de tarihi
dışlayıp yalnızca “gerçek zamanlı” (yani naklen yayın/canlı yayına
benzeyebileceği) türünden bir izlenim bıraktığı da söylenebilir.
Bu durumda tarih bizler için, doğal olarak yeniden
nostaljik bir nesneye dönüşmekte ve herkes tarih, tarihe yeniden
saygınlığını kazandırma (rehabilitasyon), anı alanları oluşturma
sevgisiyle yanıp tutuşmaya başlamaktadır – sanki bir yandan tarihin
sonunu yaşarken diğer yandan onu ayakta tutmaya çalışır gibiyiz.
Tarihse amaçlarının ötesine geçmiş gibidir. Bir
zamanlar tarihsel olayın da bir tanımı vardı. Devrimse tarihsel
bir olay modeliydi.Olay ve tarih kavramları bize o günlerden miras
kalmıştır. Tarihsel olayı, sürüp giden bir zaman sürecinin önemli
aşamalarından biri gibi çözümleyebilmek mümkündü. Zamansal sürecin
kesintiye uğramasıysa bütünsel bir diyalektiğin parçası olarak algılanmaktaydı.
Her türlü ideolojiyi dışlayan, yalnızca sinyallerin
dolanımı ve onların dolandığı ağlara önem veren bir dünya düzeninin
kendini dayatmasıyla bu süreç sona ermiştir. Bu genel dolanım düzeni
içinde tarihsel açıdan onun atası sayılabilecek Aydınlanma çağına
ait tüm amaç ve değerlerin yok oluşuna tanık olunmaktadır. Zira
modernleşme bir düşünce, bir ideal ve bir düşgücüne sahipti. Oysa
azgın bir maddi gelişme süreciyle birlikte hepsi ortadan kaybolup
gitti.
Tarih konusunda da gerçeklik konusunda söylenenlere
benzeyen şeyler söylenebilir. Bir zamanlar bir gerçeklik ilkesi
vardı. Sonra bu ilke ortadan kalkıp, gerçeklik kendisini belirleyen
ilkenin elinden kurtulunca, şuurunu yitirmiş bir halde oradan oraya
yalpalamaya başladı. Logaritmik bir şekilde gelişip ilkesiz, başı
sonu olmayan ancak olasılıkların hepsini yaşama geçirmeye çalışan,
bütünsel bir gerçekliğe dönüştü. Ürettiği ütopyayı yok eden bu gerçeklik
ilkesini, öldükten sonra yaşayamaya devam eden bir şey gibi görebiliriz.
Oysa tarihin sonu demek tarihin son sözünü söylemiş
olduğu anlamına gelmemektedir.
Zira bu sonsuza dek programlanmış olduğu sanılan olmayan-olay düzeninde
karşımıza bir başka olay tipinin çıktığı görülmektedir.
Bunlar tarihe özgü terimlerle açıklanması mümkün olmayan, tarihsel
nedenlerle ilişkisiz, öngörülemeyen, bunalıma yol açan olaylardır
– bunlar sanki kendi temsil ettikleri şeyleri hatta kendi simülakrlarını
yok etmeye çalışan olaylara benzemektedirler
Bunlar medyanın oluşturduğu, şu insanı canından bezdiren aktüalite
akışını devre dışı bırakan ancak tarihin yeniden ortaya çıkmasına
ya da (11 Eylül konusunda söylendiği gibi) sanal evrenin içinden
bir gerçeğin çıkmasına yol açamayan olaylardır. Bunlar tarihi değil,
tarih-ötesi olaylardır çünkü tarihe son vermiş bir sistemde olup
bitmektedirler. Bunlar bu sisteme özgü ani içsel sarsıntılara benzemektedirler.
Bu şekilde ortaya çıktıklarındaysa bilinçli bir
düzensizlikten çok mutlak bir kargaşaya yol açan Kötülük adlı güçten
esinlenmiş olaylara benzemektedirler.
Tuhaflıkları nedeniyle bu olayları açıklayabilmek
mümkün değildir. Ölçüsüz bir şekilde dört bir yana tehlikeli bir
şekilde yayılmış bir sistem kadar ölçüsüzdürler.
Yeni Dünya Düzeninde devrimler sona ermiştir. Bundan
böyle içsel sarsıntılardan söz etmek gerekecektir.
Kusursuz bir şekilde çalışan bir mekanizma gibi,
kusursuz bir sistemde de bunalımlardan söz edilemez. Olsa olsa işlevsel
bozukluklar, boşluklar, eksiklikler, damar genişlemelerinden söz
edilebilir.
Bu arada olayla kazanın aynı şey olmadığını bilmek
gerekiyor.
Kaza bir semptom, geçici bir işlevsel bozukluk,
(doğal ya da) teknik öngörülebilir anormal bir durum olup, güncel
risk ve öngörü politikası tümüyle onun üstüne kuruludur.
Oysa olay işlevsiz kılma özelliğine sahip , anormal
bir şeydir zira ulaşabileceği en üst nokta, en kusursuz aşamaya
ulaşmış bir sistemde içsel olumsuzluk ve ölümü yeniden devreye sokabilmektedir.
Olay, böyle bir gücün kendine karşı bir güce dönüşmesine yol açan
bir yöntemdir. Burada sanki sistemin tamamı gücünü oluşturan unsurların
yanı sıra, gelip kendini alt üst edecek bir kötülük meleğini gizlice
besleyip büyütüyor gibidir.
İşte bu anlamda olayı bir kaza gibi öngörebilmek mümkün değildir
zira hiçbir olasılık oyunu içine sokulamamaktadır.
Marx’ın devrim ve komünizmin hayaleti sayılabilecek
şey konusunda yaptığı çözümlemeyle güncel durum arasında belli benzerlikler
vardır. Marx, proletaryanın kapitalizme son verecek tarihi aktör
olduğunu söylüyordu – bir anlamda onu kapitalin kötülük meleği gibi
görüyordu çünkü kapitalizmin, proletaryanın yükselişiyle birlikte,
kendini yok edecek içsel virüsü yaratmış olduğunu düşünüyordu. Oysa
komünizmin hayaletiyle terörizminki arasında radikal bir fark vardır.
Zira kapitalizm, bünyesinde barındırdığı çözme/bölme özelliğine
sahip mayayı gizli bir düşmana, sınıfsal anlamda bir rakibe dönüştürüp,
sonra da ticari sömürünün ötesinde bir noktaya taşıma becerisi göstererek,
bu tarihi devinimi kapitalin daha gelişmiş bir üst aşamasında yeniden
bir araya getirici güç olarak kullanmayı bilmiştir.
Kapitalizmden çok daha kesin sonuçlar elde etmeye
çalışan terörizm ise tarihi boyuttan yoksun, kendisiyle uzlaşma
olanağı bulunmayan bir düşmandır. Sınıf mücadelesi denilen şey tarihsel
olaylara yol açmışken, terörizm denilen şey başka tip olaylara neden
olmaktadır.
Küresel güç (bu gücü kapitalizm olarak nitelendirmek pek doğru değildir)
günümüzde artık yalnızca kendi kendisiyle boğuşmak durumundadır.
Bundan böyle bu güce komünizmin hayaleti değil kendi hayaleti kafa
tutacaktır.
Devrimlerin (ve daha genelinde tarihin) sona ermesi,
dünya çapındaki bu güç açısından kesinlikle bir zafer olarak değerlendirilemez.
Bu zaferden çok onun sonunu haber veren yazgısal bir işarete benzemektedir.
Tarihse, bizim ortaya attığımız iddialardan biri
olup, onu olabilecek en yoğun şekliyle yaşadık.
Oysa değişim için minimal yoğunlaşma yeterlidir
- değişim süreci içinde her şey peş peşe ortaya çıkmakta ve sırayla
birbirinin yerine geçmekte ve bu hızlı akış sonunda, sanki hiçbir
kıpırdamanın görülmediği bir tür durağanlığa yol açmaktadır: Örneğin
şu aktüalite girdabına saplanan izleyici sanki hiçbir şeyin değişmediği
gibi bir izlenime kapılmaktadır.
Her türlü akım, ağ değiş tokuşunun genelleştirildiği
evrensel bir iletişim sürecinde, bizim tehlike sınırını çoktan aşmış
olduğumuz bu değiş tokuş biçiminin, artık gelişme içerikli basit
bir bunalım olmaktan çıkarak bir felaket, ani bir içe göçmeye benzediği
ve kendi kendini yadsıdığı bir noktaya geldiği söylenebilir. Bütün
bunları: (tıpkı haber miktarındaki aşırı bollaşmanın bilgi düzeyinde
bir düşüşe yol açması gibi) gerçeklik kat sayısındaki bir azalma
eğilimi olarak adlandırabiliriz.
Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir
dünyada değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir.
Küreselleşme kusursuz bir düzene benzedikçe tüm
çelişkilere bir son verebileceğini sanmıştı – oysa bu gıyabında
konuşulan düzende her şey bir sonuç elde edilemeyen denkleme ait
eşdeğer birimlere benzemektedir.
Bundan böyle diyalektik, sentezle sonuçlanan tez
ve antitez oyunu sona ermiştir. Tüm çelişkiler aynı düzeye indirgendiğinde
karşıt terimler birbirlerini karşılıklı olarak çürütmeye başlamışlardır.
Oysa bu karşılıklı çürütme olayının sonsuza dek sürüp gideceği düşünülemez
zira her türlü diyalektik çözümlemenin ortadan kalktığı bir dönemde
aşırı uçların tırmanışa geçtiği görülmektedir
(“In progress”) Sürekli gelişen bir tarih anlayışı,
yönlendirici bir şema, ya da işlerin bunalımlar aracılığıyla götürülmesi
artık mümkün değildir. Ne akılcı bir süreklilik ne de çelişkileri
çözümleyebilecek bir diyalektik vardır. Yalnızca aşırı uçların paylaşımından
söz edilebilir.
Evrenseli ezip, yok eden bu küresel güçle tarihsel
mantığı dümdüz eden şu baş döndürücü değişim hızını bir kenara koyacak
olursak geriye sanal bir tanrısal güçle ona vahşice karşı koyanlardan
başka bir şey kalmamaktadır.
Küresel güç ve terörizm karşıtlığı bu türden bir
şeydir – Amerikan hegemonyası ve İslâmi terör arasındaki güncel
karşılaştırma, bu küresel güçle onun küreselliğini reddedenler arasındaki
düellonun yalnızca küçük bir parçasıdır.
Bu karşıt güçler arasında bir uzlaşma olasılığı
yoktur çünkü karşıt güçler arasında asla barış olmadığı gibi, bir
gücün bütün dünyayı egemenliği altına alabilmesi de mümkün değildir.
Vahşice direnen bir düşünceyle bir barış olasılığı yoktur. Bu bağlamda
olayların sona ermesi de söz konusu olamaz. Olsa olsa geçici bir
süreyle durdurulabileceği ve bir gün aniden yeniden başlatılabilecekleri
söylenebilir.
Bu hiç yoktan iyidir çünkü yok edilemeyen İyilik
İmparatorluğu bu yolla sürekli başarısızlığa uğratılmaktadır.
Olayın kesin bir tanımını yapmak ve düş gücü üzerindeki
etkilerini belirlemek gerekmektedir. Bütün boyutlarıyla ele alındığında,
olay, paradoksal bir şekilde ürkütücü bir tuhaflığa sahiptir çünkü
olay beklenmeyen ve gerçekleşmesi olanaksız bir şeyin aniden ortaya
çıkmasıdır- olay öylesine alışkın olunan bir şeydir ki, sanki (yazgısal
anlamda) önceden tasarlanmış, bu yüzden de gerçekleşmesini engellemenin
mümkün olmadığı ürkütücü bir sıradanlığa sahiptir.
Olayda başka bir gezegene özgü, yazgısal, hiçbir gücün engellemeyeceği
bir takım özellikler vardır.
İşte bu anlamda olay karmaşık ve çelişkili bir
şey olup, düşgücünü çok derinden etkileyebilmektedir. Olay bir yandan
şeylerin akış sürecine müdahale ederken, bir yandan da insanın ağzını
açık bırakan bir kolaylıkla gerçeğin bir parçası haline gelebilmektedir.
Bergson Birinci Dünya Savaşını bu şekilde açıklamaktadır. Savaş
çıkmadan önce savaşın hem çıkabileceği hem de çıkabilmesinin olanaksız
olduğu söylenmiştir (bu açıdan Irak Savaşıyla tam bir benzerlik
göstermektedir). Bergson bu kadar müthiş bir olasılığın soyuttan
somuta, sanaldan gerçeğe bu kadar kolay bir şekilde geçebilmesi
karşısında hayretler içinde kalmaktadır.
11 Eylül olayı gerçekleştiği sırada açıkça belli
etmeden yaşanan coşku ve dehşet karışımı atmosferde de benzer bir
paradoks vardır.
İmkansız bir olayın gerçekleştiği bir durumda insan
böyle bir duyguya kapılabilmektedir.
Çünkü genelde şeylerin gerçekleştirilmeden önce
zihinsel açıdan kabul edilmesi gerekmektedir. Mantıksal ve kronolojik
düzen bunu zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle olduğunda sözcüğün gerçek
anlamında bir olaydan söz edebilmek güçleşmektedir.
Irak savaşı böyle bir olaydır. Savaş öncesi o kadar uzun ve ayrıntılı
bir şekilde programlanmıştır ki, daha başlamadan tüm olasılık hesapları
tüketilmiştir. Herkesin her an olabileceğine inandığı bir savaşın
olmasına gerek yoktu. Çünkü bir olay olma özelliğini yitirmişti.
Irak olayında 11 Eylül’deki radikal olayın yol açtığı ve Kant’ın
sözünü ettiği anlamda hayranlık uyandıran o coşku ve ürkütücülükten
eser yoktur. Savaş adlı bu “olay olmayan-olay” insanda bir kandırılmışlık
duygusu ve mide bulantısından başka bir şeye yol açmamaktadır.
Tam da bu noktada devreye, Bergson’da izlerine
rastladığımız, olay metafiziği denilen şeyin sokulması gerekmektedir.
Bergson, büyük bir yapıt yoktan var olabilir mi
sorusuna: Hayır, bu mümkün değil, büyük bir yapıttan söz edebilmek
için önce somutlaştırılması gerekir yanıtını verdikten sonra: Yetenekli
bir insan ya da bir deha aniden ortaya çıkıp bir eser tasarlayıp,
yarattığında bu gerçek bir yapıt olarak algılanabilir ve ancak o
zaman geriye dönük olarak büyük bir yapıttan söz edilebilir demektedir.
Olaya bu mantıkla yaklaştığımızda, bir anlamda,
olayın öngörülmesinin mümkün olmayıp, yoktan var edildiğini ve ancak
bir tasarı aşamasından sonra gerçekleştirilmesinin mümkün olabildiği
söylenebilir. Zamansal paradoks bu türden bir şeydir. Bu zamansal
tersine çevrilme özelliği bir olaya olay denilmesini sağlamaktadır.
Genelde düşünce biçimimiz imkansızdan, mümküne
sonra da gerçeğe doğru yükselen bir hattı izlemektedir. Gerçek bir
olayda gerçek ve olası aynı anda algılanmak ve düşgücü de aynı zaman
dilimi içinde devreye girmek durumundadır. Bu gerçek zamanlılık
denilen şeyin sahip olmadığı bir zamansal derinliğe sahip, tanık
olunan olayın olup bittiği zaman dilimi için geçerli olan bir özelliktir.
Çünkü gerçek zamanlı sunum zamana ve olaya karşı
bir tür saldırı olarak yorumlanabilir. Sanal görüntünün anındalık
özelliği ve modellerin gerçeğin yerini aldıkları bir ortamda zamanın
psikolojik boyutuyla olayın başı ve sonu denilen şey elimizden alınmaktadır
– canlı olarak sunulamayan zaman dilimi(banttan yayın gibi) gerçek
zamana (canlı yayına) oranla, bir anlamda kayıp zaman olarak nitelendirilmektedir.
Dünya üzerindeki bütün bilgi ve haber ağlarının
aynı anda güncel olaylar üzerinde yoğunlaştığını düşündüğünüzde,
zamanı olabilecek en küçük birimine yani: An’a indirgeyebilmek mümkün
olmaktadır – ki, bu artık bizim yaşamakta olduğumuz (şimdiki zamana
ait )bir An değil tüm gerçekliğiyle canlandırılan, tamamıyla soyutlanmış
bir zaman dilimidir-. Böyle bir “An”, aniden ortaya çıkan her türlü
olay ve ölüm olasılığının önüne geçmiştir.
İletişim, haber ve şu bitip tükenmek bilmeyen karşılıklı
etkileşim alanına özgü “gerçek zamanlılık”(eş zamanlılık) denilen
şey, zaman ve olay denildiğinde akla gelebilecek en kusursuz ikna
aracıdır.
Her şeyin eş zamanlı bir şekilde olup bittiği ekran
üzerinde, birkaç tıklamayla gerçekleştirilen dijital müdahale sayesinde,
insana mantıklı görünen her şey sanal düzeyde mümkün olmaktadır
- tabii bu da olayların gerçekten olup bitme olasılığını ortadan
kaldırmaktadır.
Elektronik ve sibernetik sayesinde tüm arzular, tüm özdeşleştirme
oyunları ve interaktif olasılaştırma süreçlerini programlamak ve
kendi kendilerini programlamalarını sağlamak mümkündür. Her şeyi
anında gerçekleştirme olanağı sıra dışı/özgün olayların ortaya çıkmasını
engellemektedir.
Haber ya da eş zamanlı sunuma (gerçek zamana) özgü
şiddet bu türden bir şeydir.
Gerçek Zamanlı sunum gelecek ve geçmiş adlı zamansal
boyutların yanı sıra tarihsel zaman ve gerçek olayın da ortadan
kalkmasına yol açmaktadır. Örneğin: Shoah, 2000 Yılı gibi. Bunlar
hiç var olmamış, hiç var olamayacak olaylardır.
Gerçek zamanlı sunum, haberler içinde yer alan
ve bir olayın hemen o an, imge olarak sunumundan başka bir şey olmayan
gerçek olayı bile yok etmektedir.
Haber/olay bize bir anlamda gerçekten o anda bir
olay oluyormuş illüzyonu sunmaktadır- bu aslında gerçek olayı ortadan
kaldıran, canlı yayın aracılığıyla aktarılan medyatik bir dünya
illüzyonudur.
Bu noktadan hareketle izlediğimiz tüm görüntüler:
olayın gerçekliğinden kuşku duyulması ve haber dünyasını suçlama
gibi bir sorunsala yol açmaktadırlar.
Haber dünyası olaysal akış konusunda hem suçlayan
hem de suçlanan taraf olduğu andan itibaren haber de bir olay yaratma
sürecine dönüşmüştür.
Olay-haberin yerini sunulan-haber almış gibidir.
Olayın tarihselliği, izleyici üzerinde bıraktığı
psikolojik etkinin süresi, olayı yorumlama ve değerlendirme konusunda
harcanan öznel zamanla, gerçekliğe özgü nesnel zaman sunulan habere
özgü eş zamanlılık tarafından işleme tabi tutulmaktadır.
Bir zamanlar bir tarih, bilim, iktidar öznesi olduysa
bile bütün bunların günümüzde, dünyayı sunduğu haberler aracılığıyla
yeniden yaratıp mesafeyle mesafe duygusunu ortadan kaldıran medyaya
özgü gerçek zamanlı sunum tarafından yok edildikleri söylenebilir.
Olay yaşanmadan önce bir olay olasılığı yoktur.
Olay yaşandıktan sonraysa iş işten geçmiş demektir.
Bu yüzden olayın yeniden canlandırılmış biçimini
sunmanın bir anlamı yoktur çünkü olayın kendisini sunabilmek imkansızdır.
Örneğin 11 Eylül olayı önce gerçekleşmiş ve ardından olasılıklarla,
nedenler üretilmiştir. Bütün söylevler onu açıklamaya çalışmıştır.
Oysa olayın öngörülmesi ne kadar imkansızsa, yeniden canlandırılması
da o kadar olanaksızdır. Keza CIA uzmanları saldırının gerçekleşmesinden
önce konuyla ilgili bütün bilgilere sahip olmakla birlikte böyle
bir olasılığa inanmamışlardır. Çünkü bu düşgücünün sınırlarını aşıp
geçen bir şeydi. Bu türden olaylar her zaman düşgücünün sınırlarını
aşıp geçmiştir. Böyle bir olay akla gelebilecek tüm olası nedenlerin
ötesine geçmektedir ( Svevo’ya inanmak gerekirse bu nedenler dünyayı
kendine haline bırakmak istemeyen bir yanlış anlamanın ürünüdür).
Bu durumda haber tarafından sunulan olay-olmayan-olayın
ötesine geçerek, ona karşı direnen şeyin ne olduğunu tespit etmek
gerekmektedir. Bir şekilde olaydaki “geçer akçe” tespit edilmelidir.
Olayı etkisiz hale getirmekten başka bir şey yapmayan tüm yorum
ve sahneye koyma biçimlerinin nesnel bir çözümlemesi yapılmalıdır.
Yalnızca haber niteliğinden arındırılmış olayların
(bizim de katkımızla) düşgücümüzü inanılmaz bir şekilde harekete
geçirebildikleri söylenebilir. Yalnızca bu olayların “gerçek” olarak
kabul edildikleri çünkü onları doğrulayacak bir şey ya da birilerinin
olmadığı söylenebilir. Bu yüzden de düşgücümüz onlara karşı hiçbir
şekilde direnmemektedir.
Habere doymak bilmeyen insanlar olduğumuz için
yaşadığımız düş kırıklığının da bir sınırı yok zira iletişim araçlarının
gücüne oranla sunulan haberin düzeyi insanı umutsuzluğa sürükleyecek
kadar zayıftır. Bu orantısızlıksa en sıradan olay ya da felaketin
değerini hızla düşürüp, yok eden bir zorunluluğa yol açmaktadır.
Kalabalıkları şu ya da bu nedenle (Diana’nın ölümü,
Dünya Kupası,vs) peşinden sürükleyip götüren bulaşıcı duygusallığın
başka bir nedeni yoktur. Bu bir röntgencilik ya da psikolojik rahatlama
olayı değildir.
Bu ahlaksız bir duruma karşı gösterilen doğal tepkidir çünkü aşırı
miktarda haber gerçek olayda bir benzeriyle karşılaşmadığımız ahlaksızca
bir duruma yol açmaktadır. İnsan otomatik olarak yaşamı inanılmaz
bir şekilde sıradanlaştıran haber programlarının, bu sıradanlığa
bir son verecek muazzam, baştan çıkartıcı bir haber vermesini arzulamaktadır.
İnsan kendini bu anlam diktatörlüğüyle nedenler adlı zorunluluğun
elinden kurtarıp, akıl havsalaya sığmayacak türden olaylar düşlemektedir.
Çünkü biz aynı zamanda aşırı anlam bolluğuyla,
kusursuz bir anlamsızlığın yol açtığı bir korku düzeni içinde yaşıyoruz.
Toplumsal ve kişisel yaşantının sıradanlığı içinde
bu abartılı olaylar Lévi-Strauss’a göre dil düzeyindeki abartılı
gösterenin eşdeğerlisidir. Çünkü dile simgesel bir işlev kazandıran
şey gösterenleridir.
Olay arzusuyla olay-olmayan-olay arzusu: Bunlar
her biri diğeri kadar güçlü ve aynı andalık özelliği taşıyan iki
içtepidir.
O coşku ve dehşet karışımı atmosferle belli edilmemeye
çalışılan heyecan ve pişmanlığın nedeni de zaten budur.
Bizi peşinden koşturan bu heyecanın kökenindeyse
ölümün kendisinden çok olayın öngörülememe özelliği vardır.
İleri sürülen bütün kanıtlar kesinlikle, bu açıklanamaz
olay ve şeylere özgü düzenlerin tümünü allak bullak etme arzusunu
gizlemeye çalışmaktadırlar.
İyilik ve Kötülük arasındaki güç dengesinin, gizli
bir oyun kuralı gereği tamamıyla rastlantısal denilebilecek bir
olay (doğal felaket örneklerinde olduğu gibi) şeklinde aniden ortaya
çıkan Kötülük tarafından yeniden oluşturulmasını öngören günahkarca
bir arzu.
Ahlaki bir içeriğe sahip tüm protestolarımızla,
Kötülüğün, bu her şeyi otomatik bir şekilde tersine çevirme gücünün,
ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek büyüleyiciliği arasında
doğru bir orantı vardır.
Diana’nın “gösteri toplumunun” kurbanı, bizimse
bu ölümün pasif röntgencileri olduğumuz söylenmektedir. Oysa bu
olay sanıldığından çok daha karmaşık bir dramatik yapıya sahiptir.
Diana bile (teşhirciliğe özgü terimlerle) bu kolektif çaba ürünü
senaryonun suç ortağıdır. Medyanın da çanak tutmasıyla, bu olayda,
kitleler kamusal yaşamla Lady Di’nin özel yaşamının gerçek bir reality-show’a
dönüşmesinde doğrudan bir rol oynamışlardır.
Burada paparazziler, bu ölümcül karşılıklı-etkileşim sürecini medyayla
birlikte yönlendirirken, sergilediğimiz arzunun yoğunluğu iletişim
araçları için bir tür uyarıcı görevi yapmıştır – biz aynı zamanda
hem izleyici kitlesi hem de iletim aracı, hem iletim hem de elektrik
ağının ta kendisiyiz.
Oyuncu ve seyirci ayrımının ortadan kalktığı bu
evrende herkes aynı gerçekliğin, aynı sorumluluk çarkı ve yazgının
ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumdadır. Bu kolektif arzunun
ta kendisidir.Burada da Stockholm sendromuna yakın bir noktada bulunduğumuz
yani haberlerin rehinesi olduğumuz ancak bu rehin alma eylemini
gizlice onayladığımız söylenebilir
Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne kadar yoğun bir şekilde arzuluyorsak;
bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir
dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını
da o ölçüde arzuluyoruz – bunun doğal uzantısı: coşku ve dehşet
gibi çelişkili duygular ve ani iç sarsıntılarıdır.
Bu yüzden de iki çözümleme tipine başvurmak gerekmektedir. Bunların
biri sıra dışı olayın inanılmaz yanlarıyla ilgilenirken, diğeri
onu sıradanlaştırmaya çalışacaktır. Biri Ortodoks diğeriyse paradoksal
bir düşünceye benzeyecektir. Bu ikisi arasına eleştirel düşünceyi
sokabilmek olanaksızdır.
Biz istesek de istemesek durum giderek daha tehlikeli
bir hal almaktadır. Bunun kötülüğün bir sonucu olduğunu düşündüğümüz
takdirde- zira kötülük tüm uzlaşma olasılıklarının ortadan kalkarak
yerini aşırı uçlar arasında bir çatışmaya bırakmak demektir- bu
durumun bilincine varmak ve onunla mücadele etmek gerekmektedir.
Bu iki seçenekten birini tercih edemeyiz.
Olay ve olay-olmayan-olay bizi aynı anda hem bir mıknatıs gibi kendilerine
çekiyor hem de midemizi bulandırıyorlar. Tıpkı Hannah Arendt’a göre
gerçekleştirdiğimiz her eylemde karşımıza öngörülemeyecek ve karşılık
verilemeyecek türden bir şeylerin çıkması gibi.
Ancak günümüz dünyası (karşılık verilemeyen=) tek
yönlü bir sanal gelişmenin egemenliği altındadır. Bütün dünyayı
denetleyebilen ve teknoloji aracılığıyla her yere ulaşabilen bu
gelişmenin yanı sıra, bir tedbir alma zorbalığı ve kusursuz güvenlik
tekniklerini bir kenara koyduğumuzda geriye öngörülemeyenle olayın
ortaya çıkma olasılığından başka bir şey kalmamaktadır.
Mallarmé bir zamanlar: Günün birinde kusursuz bir
zar atma tekniği geliştirip, istediğiniz sayıları atabilirsiniz
ancak rastlantıya bir son veremezsiniz demişti. Bir başka deyişle
rastlantıya son verebilecek kusursuz bir zar atışı söz konusu olmadığından,
sanal programlamanın olaylara asla bir son veremeyeceği düşünülebilir.
Elinden kaçmanın mümkün olmadığı bir olaydan kaçıp kurtulmamızı
sağlayacak kusursuz bir teknik ve tedbir aşamasına asla ulaşılamayacaktır.
Küresel düzenin ürkütücü monotonluğuna karşın,
insanı ürkütecek cinsten olayların gerçekleşme şansı her zaman vardır.
Bu durumun en güzel metaforu, hiçbir şeyin olup
bitmeyeceğini kaydetmek, olay-olmayan-olayın filmini çekmek amacıyla
kamerasını 2001 Eylül ayı boyunca Manhattan yarım adasının karşısına
yerleştiren şu video sanatçısıdır.
Hiçbir şeyin olup bitmeyeceğine inandığı bir sırada
İkiz Kulelerle birlikte sıradanlığın da darman duman oluşuna tanık
olmuştur.