Güney Afrika hakkında asla beklentiye
girmeyin. Bu ülke en sınırsız hayalerinizi/beklentilerinizi bile aşacaktır
çünkü. Güney Afrika hakkında, benimkiler dahil asla anlatılanlarla
yetinmeyin. Güney Afrika kelimelerin sınırlarına sokulabilecek, tasvir
edilebilecekten öte bir güzelliğe sahip. 'Dramatik' bir güzellik.
Doğal güzellik kavramının en öz tanımı. Adı üstünde: Gökkuşağı ülkesi.
Gökkuşağının içinde barındırdığı her renge, insan üstünde yaratacağı
her duyguya hakim, bütün bir güzellik...
İki haftalık sürede bü rüya ülkesinin, 'Lonely Planet' detaylarına
girmeden, bize yaşattığı duyguları paylaşabilmeyi istiyorum. Dile
getirebildiğim ölçüde.
Güneşi, birbiriyle örtüşen okyanusları, vahşi doğası ve en
önemlisi, tüm bunlara, değerlerine sonsuz saygısı bulunan sıcacık
insanları var Güney Afrika’nın. Güney yarımkürenin güneşi, gökyüzü
ilk başta farklılığını gösteriyor. Gördüğünüz, konuştuğunuz, dokunduğunuz
her şey size pozitif duygular yaratıyor.
Hayatımıza cok güzel tesadüfler sonucu giren Özlem Dalgıç organize
etti bu rüya ülkedeki her türlü ayrıntımızı. Onu bir kısmınız yakından
bir kısmınız da medyadan tanırsınız belki. Özlem tek bir cümle ile,
yasamamız gereken her şeyi yaşattı bize. Tanıstığımız hiçbir Güney
Afrikalı'nın 'bunu da, şunu da yapmalısınız' yorumlarına kayıtsız
kalmadık: 'Aa, tabii onu yaptık', 'çoktaan o geçen haftaki programdı','
aaa elbette, Özlem bizi oraya da götürdü/yolladı' şeklinde yorumlar
doğal bir şekilde yerleşti konuşmalarımıza. Son gün ayrılırken,
adeta aylardır Cape Town'da yaşıyor gibi hissettik kendimizi. Size
verebileceğim bir tiyo var: Eğer Güney Afrika’yı dolu dolu yaşamak
istiyorsanız, Özlem'e sorun. Eğer ikna edebilirseniz, sizinle gelmesini
sağlayın. İçinizdeki maceraperest ve hayalperest kişiyi ortaya çıkaracak,
hiç hayal dahi etmediklerinizi yasatacaktir size...
Cape Town'a boylamsal bir seyahatle 11 saatte vardığımızda
bizi elbetteki Özlem ve Afrika'nın güneşi karşıladı. Bu güzel havayı
değerlendirip, günümüze hemen Table Mountain'in tepesine çıkıp o
nefes kesici Cape Town manzarasını seyrederek başladık. Bu bizim,
daha önce bahsettigim 'dramatik' güzelligi panaromik olarak ilk
kucakladığımız andı, sonrasında detaylarına kavuşacağımız uçsuz
bucaksız okyanusları, plajları, bitki örtüsü ve gökyüzünü kapsayan.
Garden Rota'mıza yola koyulduğumuzda, önce vahşi
hayvanları biraz 'özelcene' düzenlenmis bir ortamda göreceğimiz
Albertina’ya vardık. Vahşi hayat inanılmazlarla dolu. Biliyor muydunuz,
vahşi doğada yükseklik korkusu olan, ve belli bir yüksekliğin ötesine
çıktığı zaman korkudan çığlıklar atan bir kuş olduğunu? Ve fillerin
sadece külaklari ile 3 tonluk vücutlarindaki kan dolasimini sağladıklarını?
Peki ya timsahların ağızlarını acik tutmak icin sadece 4 kasla,
kapalı tutmak için 40 kaslarını kullandıklarını, kışın beslenmediklerini?
Belki National Geographics seyrederek öğrendiniz ama, hiçbir program
bir fili kucaklamanın tadını verdi mi? Hiçbir program, bu doğal
denge içinde hayvanların asla gereksiz yere öldürmediklerini, sadece
yaşayabilmek için birbirlerini avladıkları gerçeğini yakından yaşattı
mı? Gözler önüne serilen hayvanlar dünyasının bu gerçeği, günümüzdeki
bu savaş dolu insan dünyasının bir parçası olmaktan ütanıp, birine
hakaret etmek üzere 'Hayvan' demeden önce bir kez daha düşünmenize
sebep olacak...
Garden Rota’mızın ucuna, George'dan Knysna'ya bindiğimiz
bir buharlı trenle, 90 km'lik yolü 2,5 saatte alarak, ve el değmemiş
dogal güzellikleri seyrederek vardık. İstiridyeye ve okyanusa açılan,
İsviçre ve İstanbul boğazını andıran görüntülere doyduk, Plattenberg
koyunda Hint okyanusuna ilk kez ayak soktuk. Güney Afrika film endüstrisinde
gelişmiş bir ülke, tevekkeli değil, sabah bir plajda yapılan yürüyüş,
aynen bir film karesini andırıyor. Burada yerleşti beynime: Eğer
cennet diye bir yer varsa, böyle olmalı işte...
Hermanus, balinaların sürekli geçtiği bir koy.
ilk balinamızı ve de o muhteşem kuyruk hareketini orada gördük işte.
Okyanusun 4 metreyi aşan dalgaları, balinaların doğal içgüdüleri
ile bebeklerini koruyarak geçişleri, hayattaki her şeye yeni bir
boyut getiriyor: 'Estetik mi dedin? Bir balinanın tonlarca ağırlığıyla
okyanusla bütünlesmeşi gibi mi yani?'
Hermanus İstanbul ve bir anlamda dünya icin kötü
bir güne denk geldi. Ve işte gene doğadaki hayvanların sonsuz uyumu
ile insanların uyumsuzluğu ve vahşiliği gündemde...
Gaansbaai ve 'sözde' öldürücü büyük beyaz köpekbalıkları bir sonraki
durak. Jaws filmi köpekbalıklarına yapılmış büyük bir haksızlık.
Aşağıdan görünümü penguene benzeyen sörfçülere yaptığı saldırılardan
başka insanlarla ilgilendikleri bile yok. Onlarla bizi yakın temasa
götüren 'Predator' teknesi ve sahipleri, teknenin yanında bulunan
kafese davet ederek, bu büyük, korkunç ama bir o kadar da güzel
hayvanların yakından görülmesini sağlıyorlar. Kafes. Yemedi. Suda
görüntünün kötü olduğu falan bahane. Benim gibi kötü bir scuba tecrübesi
olan ve su altında nefes olayını pek beceremeyen biri, tekneden
seyretmeyi tercih etti. Şapkalarımızı cesur Egemen'e ve tur liderimiz
Özlem'e çıkarıyoruz tabii burada...
İlk haftamız ve Özlem’le beraberliğimiz bitti.
Artık kendi ayaklarımız üzerinde duracağız. Aslında sağdan ilk kez
araba kullanan şoför olarak benzin istasyonuna bodoslama dalıp lastiği
patlatmaktan başka kötü bir vukuatım yok ama, gene de bizim için
yeni bir dönem. Kendi başımıza keşfedeceğiz, ve Özlem’i abuk sabuk
olaylar ve isteklerle rahatsız etmeyeceğiz. Yeminliyiz.
Bir gün sonra Egemen'i de havaalanına bırakmadan
önce Boulders Parkına gidip penguenlerle yüzdük. Evet, Afrika penguenlerinin
3000 adetlik bir kolonisi, bir gün kafalarına esip bu koya yerlesmisler.
Çocuklarla oynaşıp duruyorlar. Gelenlere bakıp poz veriyorlar. Doğal
dedik ya. Devam ettik yola, Ümit burnuna, yıllar önce en büyük denizcilerin
dalgaları ile boğuştuğu en Güney Batı ucuna ulaştık Afrika kıtasının.
Görüntü, nefes kesici.
Ve en sonunda Stellenbosch. Şarap bağları. Artık
konuşamadığımız, ve gördüğümüz yeşilliklerle ve doğal güzelliklerle
gözlerimizin dolduğu bölge. Dünyanın en güzel cheesecake'ini burada
yedik, en leziz şaraplarını burada tattık, kendimize göre şarap
bilgileri edinip sarhoş olduk, en güzel kronoslardan birini bize
çok yakınlık gösteren ve Özlem'in arkadaşları ile yaşadık. Buradan
ayrılırken, artık benim boğazımda düğümlenmeye baslayan bir 'bu
rüya bitsin istemiyorum, gerçek hayatın bu olmasını istiyorum' yoğunluğu
vardı. Her güzel şeyin bir sonu var ama, bu kadar çabuk gelmeli
mi?
Bizi fazlasıyla evde hissettiren, Güney Afrika insanının sıcacık
yaklaşımı oldu. Günaydın diyebilmek ve sıcacık gülümseyebilmek icin
adeta gözlerimizi yakalamak isteyen tavırları, evinde aileden birini
ağırlarcasına misafirperverlik gösteren 'Misafir Evleri'nin sahipleri,
yolda sizi sağladıktan sonra yol verdiğiniz için dörtlerini yakan
araba sürücüleri, en özel aile ortamlarına yemeğe davet ederek gösterdikleri
dostlukları, ülkeleri ile gurur duyan halleri ile bize evimizi anımsattı.
Kimbilir belki de buranın bizim için bir gün 'ev' olabileceğinin
sinyallerini de verdi.
Son günlerimizi, Cape Town'un birbirinden güzel plajlarına
gidip kendimizi güneşe teslim ederek geçirdik. İcimize çektik güzel
havayı, buz gibi okyanus dalgalarıyla seviştik, güneşi iliklerimizde
hissettik. Hayal ettik güneş yüzlü, dünyanın en önde gelen insan
hakları savunucusu Mandela liderliğinde sürekli pozitif etki yaratmak
için toplumsal bir çaba içinde bulunan, ırkçılığın iğrenç bir şey
olduğunu bizzat kanıtlayan insanlarla aynı ortamı paylaşmayı.
İçimde hep bir yerlerde saklı bulunan, aşırı bir
sevme duygusu kabardı gene. Her şeye gülümseyebilmek, her anın tadını
çıkarabilmek, sürekli pozitif olabilmek ve bu dünyaya doğru dürüst
bir şeyler katabilmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Nereye gitmek
ne yapmak istedigimi bu duyguların dogrultusunda bulabilmek istiyorum.
Merakımın hiç bitmediği, her şeye heyecanlı, safça, önyargısız yaklaşabilmek
istiyorum. Ve tabii ki bende bu duyguları uyandıran Afrika'ya geri
dönebilmek istiyorum.
Bu seyahat boyunca bir çoğunuzun da benim gördüklerimden
alacağınız hazzı düsündüm. Gec kalmadan görün. Yasayın ve hissedin
bu beklentiler ötesi ülkeyi, ve daha da ötesinde Afrika kıtasını...
Bu yazımı ve bu seyahatimi Özlem Dalgıç'a ithaf
ediyorum. Hayallerini takip edip 8 yıldır bu güzellikleri yaşayan
tur liderimize, arkadaşımıza.
Hanba Kakühle Özlem...
Notlar:
Seyahatimizin şarkısı: Mark Oldfield 'Moonlight Shadow'
İçeceği: Iced Coffee
Tatlısı: Malva pudding ve Stellenbosch'taki Cheesecake
Ünlü sözü: Enter at your own risk (WC'lerde bile karşımıza çıkan
söz)