SAYI 3 / 18 MART 2004

 
ŞİİRLE İŞTİGAL EDEN HERKESE İRTİCALEN SUALLER
YA DA ŞİİRLE İLGİLENEN HERKESE DİREKT SORULAR

Osman Olmuş



1. Son dönemde, özellikle 90’lı yıllarda Türk şiirinde kulvarlar oluşmadı. Bunun başlıca sebeplerinden biri, herkesin kendi çıkmaz sokağına çekilip kendi araf kapısını arayışı mıdır? Ya da bilâ no; herkes kendi araf kapısını birer çıkış olarak mı, yoksa tam tersi kaçış olarak mı görmektedir?

2. Bu söylemde kendi kulvarlarını oluşturamayan bir şiirin bulvarlara taşmasını beklemek haksızlık mıdır? Ayrıca bir şiirin illâki bulvarlara taşması, sloganlaşması, kitleselleşmesi, hatta hem kaset olup, hem cd olup, hem de mp3 olup, üstüne üstlük klipleşmesi(bir hızır eksik bu düzlemde zaten(!)), o şiire ne getirir, ne götürür? Kaldı ki, bunun iki örneği, 70’lerin “handikap” şiirinde ve son dönemin şiir “mediha”sında görüldü. Siz ne dersiniz?

3. Edip Cansever’in şiir okuyan fırıncıları bir ütopya olarak kalmayı sürdürecek mi?

4. 2000’li yıllara girmemize hatta geçen bir yüzyıla güle güle dememize rağmen, hâlâ 80 şiiri’nden bahsedilmesi, dosyalar yapılması, 80’lı yıllar şiirinin bir türlü yetişip büyüyememesinden, “abi”leşememesinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa hâlâ poetikamız, politik yaşamımıza birebir eklemli midir? Burdan bakarsak;(bir halt görmek umuduyla!) şiirimiz bir “muz cumhuriyeti” midir? Çünkü hiçbir dönemde, o dönemin şiirinden bahsedilirken son 20-25 yılın şiiri başat kabul edilmemiştir. Hayır, edilse ya da edilmese: bize ne ki? Öyle mi?

5. Bu durumda; artık yazılan şiirin poetik duruş olarak ikiye ayrıldığından bahsedebilir miyiz? Ki bunlar: birincisi(ben buna “labirent şiir” diyorum), geleneğinden sıyrılıp “abi” ve “usta”larını redderek (ama onların ne yaptıklarını çok iyi bilerek) hatta yıkıp geçerek özgün ve kendi sesini arayan riskli bir şiir; diğeri ise tamamıyla geleneğe(!) eklemlenen, kendi sesini aramaktan uzak, hazır sese sadece bir nüans olma şansı taşıyan, kaybolup gitmekten korkan, riski olmayan(!), “abi” ve “usta”ların elinden tuttuğu (ki ben bu tarza “klan/tekke şiiri” ya da “şürekânın umudu” diyorum), üstüne üstlük “yalama yar yalama! yar yitirdim, uğrun uğrun arama” güftesiyle birlikte pekiştirdiğim bir nev’i şiir. Muhakkak orta yolcular ya da “ne şiş yansın, ne kebap”çı karaktersizler, her zaman vardır. Burada benim açık açık kastettiğim “el etek öpmeler”, “destur almalar”, daha mide kaldırmayacak neler neler... Ve üstelik bütün bunları o muhteşem geleneğin devamıymış ya da yeryüzü şiirinin aslî idamesiymiş gibi sunmalar: pöh!.. Siz ne diyorsunuz?

6. Klanlaşan ya da tekkeleşen bir şiirden bahsediyorsak, bu şiir gerçekten klan/tekke kaygısı güden bir şiir midir? Yoksa bir “amip havuzu” mudur? Daha da açarsak, klanlaşan/tekkeleşen bir şiire eklemlenen biri, korunma altına mı alınmıştır, yoksa tarih içinde yok olup gitmeye mahkûm mudur?

7. Bütün dünyada özellikle poetik anlamda, nihilist akımların ön plana çıktığı bir dönemde şiirimizdeki bu klanlaşmayı/tekkeleşmeyi neye bağlıyorsunuz? Yetersizlik mi, korku mu, endişe mi, gelenek(!) mi, güç gösterisi mi, ne?

8. Ayrıca kişisel olarak ben, klan/tekke söyleminde “şair”in yalnızlığına ve yaratıcılığına inanılmaz bir tecavüz olduğu kanısındayım. Siz ne dersiniz?

9. Öte yandan şiirin gittikçe apolitik bir düzleme kaydırılarak iyiden iyiye bir tüketim aracı olarak olur olmaz her yerde sunulmasını ve kullanılmasını kapitalizmin ya da içinde yaşadığımız düzenin gücüne mi yoksa hepimizin insanî zaafiyetlerine mi bağlıyorsunuz? Ya da başka bilmediğimiz bir nedeni mi var?

10. Bu durum, şiirin o bildik tarihsel gücünden, insanlar üzerindeki o efsûnî etkisinden neler kaybettiriyor? Bu bir diyalektik süreç mi? Daha ne kadar sürecek?

11. Bir taraftan da, gittikçe tüketim toplumu olmamızdan kaynaklanan yabancılaşma, şiirimizi de “müstehâk”(!) olduğu yere mi götürüyor? Komşusundan, hayattan, hatta kendi yaşadıklarından bahsetmeyen “şair”lerle(!) karşılaşır olduk sık sık. Bu yabancılaşma hepimiz birer “albert camus” yapar mı? Bu “şairler”(!), neden kendi yazdıkları şiire bu kadar yabancı?

12. “Labirent şiiri” yazmanın handikaplarından biri de kafayı gözü yara yara yol bulmaktır, bulabilirsen!.. Ya da bir başka deyişle “sen hariç, hiç kimse yoktur: yaşadıklarından ve okuduklarından başka; yazdıklarını saymazsan”dır. Bir yol gösterici, elçi, aracı aramazsın. Herşey ordadır, tutabilirsen. Dolayısıyla bir şair; poetikasını oluştururken, yazarken, yaşarken, okurken, tutarken, üstelik özgün olmak varken niye “anadut” kullansın ki? Eğer, sen ordaysan herşey de ordadır zaten! Açıkcası her şairin kendine has bir poetikası olmalı mıdır? Bu mümkün müdür?
13. Sizce şiir bize niye bulaştı? Üstelik kirletmeyen bir bulaşık bu, bir bağışıklık belki: yalan! Öyle olsa en azından bana bulaşmazdı!.. Ya da şiire bulaşan kurtulabilir mi? Bu virüsün antibiyotiğin var mı?

14. Şiirimizde , artık etik kaygılar yerini başka kaygılara mı bırakmıştır? “Poetik etik” kavramının içi iyice boşaltılmış mıdır? Yoksa bu kavram tamamıyla zemin mi değiştirmiştir?

15. Artık olur olmaz herkesin antoloji, yıllık, 6 aylık, hatta haftalık seçkiler, ortak kitaplar çıkardığını görüyoruz. Gerçi daha önceki antoloji ve seçkilerde de edebî ahlak ve bilimsel mantık aramak safdillik olur ama hiçbir dönemde 300-500 arası yaşayan “şair” olmamıştır. Bir ülkede yaşayan şair sayısı, 3-5 bilemediniz, abartayım ben biraz ama en fazla 10’dur(Bu arada böyle bir sıralamada benim yerimin olmadığını açıkça belirtmeliyim; çünkü “ben sadece şiir yazıyorum!”, zaman zaman şiirle iştigal ediyorum: asla ve kat’a “şair” değilim, olma ihtimalim de yok: bu konunun mütevazılık ile yakından uzaktan alâkâsının olmadığını şiirle iştigal eden her kalın kafalının rahatlıkla anlayabileceğinden eminim... neyse) Her kitap çıkaran, antoloji ve seçkilere giren şair midir? Şair olmak, bu kadar kolay mıdır?

16. Son dönemde, aşk, ayrılık, ölüm, yalnızlık, ve onlarca tema şiirleri(ne kadar da ilginç temalar(!): “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”…Bir tek namünasip yerimin kenarı teması eksik(!) gerçi o da var!) üzerine çok çeşitli antoloji ve seçkiler, bolca hatta gani gani çıkar oldu. Öyle ki şiirimiz, bu kadar çok çeşitlendi de bizim mi haberimiz olmadı? İçinde aşk, ayrılık, ölüm, yalnızlık sözcüğü geçen her şiir, içeriği ne olursa olsun bu antoloji ve seçkilere girer oldu. Antoloji ve seçkilerin sayısına bakarsak, yayıncılar ve editörler şiiri neden yeni bir “pazarlama ürünü” olarak görüyorlar? Eğer öyleyse, hâlâ “has” bir şiir kitabı, ne yapılırsa yapılsın 1000(yazıyla bin) adetten fazla satmıyor? Neden , Turgut Uyar’ın “Büyük Saat”i ve/veya M. Cevdet Anday’ın “Güneşte”si hâlâ 10. baskıya ulaşmadı?

17. Sonunda antoloji ile ilgili bir takım yasal kısıtlamalar getirildi ancak bunlar da o kadar kolaylıkla aşılıyor ki! Adı artık antoloji, seçki, yıllık ya da ortak kitap olmuyor da işkembe-i kübradan rahatlıkla üfürülebiliyorlar, enginlere feza zekalardan: aşkoloji, koloni,.. Bir kaç tane de ben üfüreyim: klan, tekke, familya, buluntu, kırıntı, kuruntu, kaşıntı, köşe, kenar, bucak, hatta nahiye... Kısaca şiir yazan herkeste yazdığı şiirin en azından bir nüshası bulunmaktadır. Kendisinin yazdığı ve kendisinde bulunan bir şiiri kim, hangi akla hizmetle satın alsın ki? Düşün kü: o zaten senin şiirin! o şiir sende var: sen niye satın alıyorsun ki? (Üstelik sana telif ödenmemiş! Hatta sorulmamış bile!)

18. Daha önceden edebiyat dergilerinde bir misyon etrafında kümelenilirdi. Hatta ordan poetika oluşturulmaya çalışılırdı. Son dönemde bu “dergi etrafında kümelenmeler” pek oluşmadı, oluşamadı: boş küme. Aslında o kadar çok dergi çıktı, çıkıyor ve çıkmakta ki, yetişmek nerdeyse imkansız! Ya poetika, poetik kırıntı, poetik bulantı nerede? Nerdeyse hemen hemen hepsi; “ben!”, “ben!”, “ben!” diye münasip yerlerini yırtarcasına gözünüze sokuyor başparmağını o malûm ve “masum” dergi sayfasından. Sizce bunun nedenleri nelerdir?

19. Fiili olarak gerçek anlamda yaygın ve etkin bir “underground”u, metrosu olmayan bir ülkenin “underground şiiri” olabilir mi? Bunun dünyada belli başlı örnekleri var, ki onlar bunu bir yaşam felsefesi olarak almışlar. Biz, daha çok köprüleri olan bir ülkeyiz. Ne doğuya ne de batıya aitiz. burdan baktığımızda, bir köprüaltı yaşam biçiminden, “köprüaltı şiirleri”nden bahsedebilir miyiz?

20. Daha önceleri kıraathanelerde, cafelerde elinde veya arka cebinde Orhan Veli veya Edip Cansever kitapları taşıyan gençler görülürdü. Şimdilerde ise bu durum, iyiden iyiye elinde CD taşıyan, “CD-man”, hatta “mp3-ticky” gençler şeklinde gözlemleniyor. Şiir, artık eskisi kadar gençlerin ilgisini çekmiyor mu?

21. Bu teknolojik gelişme karşısında, şiir artık o efsûnunu yitirmek üzere mi?

22. Sivas katliamından sonra çıkan tartışmalar üzerine taşların doğru yerlerine oturduğunu söyleyebilir miyiz? Ayrıca bu cepheleşmeyi nasıl buluyorsunuz?

23. Reklam ve şiir ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Daha da açarsak, şairin reklamcı ya da reklamcının şair olmasının handikapları nelerdir? Belki vardır: ama varsa bize ne?