Yahudilerin böyle bir şarkı söylediklerini görüyorum rüyamda. Marş
gibi bir şeydi, beste yapmış bilinçaltım. Acaba televizyon açıktı
da oradan duyduğum bir şey miydi bilmiyorum. Ertesi gün ilk kez
Kudüs’e gidecek olmanın heyecanıyla ve belki hafif tedirginliğiyle
de görülmüş olabilir bu rüya.
* * *
Geçen sene 11 Eylül'ün ertesinde ortalık yatışıp da tekrar İsrail’e
geldiğim zamanlardan birinde, bana yapılan bir düğün davetini seve
seve kabul etmiştim. Hatta bu sayede İsrail’de resmi nikah olmadığını,
yalnızca hahamın tanıklığında damadın geline bir anlaşma verdiğini
ve damat anlaşmada yazılı maddelerden herhangi birine uymazsa boşanma
hakkının kadında olduğunu, ancak bazı
çiftlerin yine de resmi nikaha sıcak baktıkları için Kıbrıs’ta (güney
kesimi) evlenmeye gittiklerini öğrendim.
Düğün benim için çok ilginç olmuştu..
Törende önce Haham bir konuşma yapıyor, İbranice ilahiler okunuyor
ve evlilik belgesi geline sunuluyor. Bu arada töreni ayakta izleyen
konuklara çorba ve şarap servisi yapılıyor. Tabii törenin sonunda
gelinle damat da şaraplarını içiyorlar. Ve karı-koca oluyorlar.
Bütün bunlar olurken ben tüylerim diken diken olmuş halde yaşadıklarımın
gerçek olduğunu sindirmeye çalışıyorum.
Yemeğin başlamasıyla normal düğün havasına giriliyor. Bizim düğünleri
normal kabul ederek yazıyorum bu cümleyi. Pistte, DJ’in çaldığı
Amerikan pop müziği eşliğinde dans ediliyor önce. Ve sıra oryantale
geliyor. Ne de olsa Arap yarımadasındayız tabii. O sırada nasıl
olduğunu tam anlayamadan kendimi pistin ortasında göbek atarken
buluyorum. Meğer her şey iyi hoş da Yahudi kızlar kıvırma konusunda
biraz zayıflarmış. Topladığım tezahürattan sonra bir de tekila ile
ödüllendiriliyorum ve böylece utancımı biraz hafifletiyorum.
Düğünden dönerken beni otele bırakacak olan çiftin annelerinden
biri arıyor ve bilmem neredeki başka bir düğünde canlı bomba patladığını
ve 11 kişinin öldüğünü haber veriyor. Arabadaki sohbetimiz İsrail-Filistin
çekişmesi üzerinde yoğunlaşıyor; durum pek de umut verici görünmüyor.
İsrail’in dışarıdan çok destek alıyor görünmesine karşın ABD’nin
dışında yalnızca Micronezia diye adını ilk kez o gece duyduğum bir
ülkenin arkalarında olduğunu öğreniyorum. ABD kuşkusuz çok büyük
bir destek ama ben o gece İsrail’dekilerin kendilerini çok yalnız
hissettiklerini fark ediyorum. Belki Türkiye’nin de hissettiği kadar
bir yalnızlık bu ama o gece bana dokunuyor işte.
* * *
Sabah, bir gün önceden ayarlanmış olduğu gibi, tur için rehberimiz
beni otelimden alıyor ve saat sekiz civarında Tel Aviv’den Kudüs’e
yola çıkıyoruz. Turda yalnızca beş kişiyiz ve dört kişi iş için,
bir kişi de bir düğün için burada bulunuyor. Rehberimiz birkaç yıl
öncesinde günde ortalama 1500 kişinin Kudüs’ü ziyaret ettiğini,
şimdilerdeyse bu sayının 50-100 civarı olduğunu söylüyor. Turdakilerin
her biri farklı bir ülkeden. Güney Afrikalı olan Janet aynı zamanda
düğün için gelmiş. Sanıyorum 80’li yaşlarına veda etmiş; ama enerjisi
hiçbirimizden az değil. Bütün tur boyunca hemen hemen hiç konuşmuyor
ve nedenini çok da anlayamadığım bir şekilde genelde benim yanımda
yürüyor.
Brezilyalı Ester ile İtalyan Nelson ise tura birlikte katıldılar.
Eskiye dayalı arkadaşlıkları varmış. Onlar da Nelson’un ortadan
kaybolmadığı zamanlarda tur boyunca birlikte dolaşıyorlar.
Ve son olarak Manchester’lı David’imiz var. Kendisi tibbi lazer
makinası kurmak için İsrail’e gelmiş olan bir elektronik mühendisi.
Ben en çok onunla sohbet etmek istiyorum ama o kadar ağır bir aksanı
var ki, üç beş kere söylediklerini tekrarlatmak zorunda kalıyorum.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra Kudüs’e varıyoruz. Trafik sıkışık
olmasa yol bir saat sürüyormuş ama o gün İsrail’de okullar açıldığı
için, trafik tıkalı.
Önce “Panorama of Jerusalem “ den 4000 yıllık şehre bakmak için
duruyoruz. Rehberimiz Jerusalem’in Barışın Şehri anlamına gelmesine
rağmen ne kadar az süreyle barış içinde yaşadığını anlatıyor.
Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal olan bu şehirde
çok farklı medeniyetler hüküm sürmüş.
Şehrin en dikkat çekici yapılarından olan altın kubbe 691’de ve
hemen yanındaki Mescid-i Aksa 703’te yapılmış.
Osmanlı’nın himayesi altıda olduğu dönemde ise en çok Kanuni ilgi
göstermiş bu şehre. Yaklaşık 1550’lerden 1917 yılına kadar Osmanlılarda
olan şehirde, daha sonra 30 yıl İngilizler hüküm sürmüş. 29.Kasım
1947’de birleşmiş milletlerin müdahalesiyle Kudüs Filistinli araplar
ve Yahudiler arasında paylaştırılmış ancak bu müdahale 1948’de Araplarla
Yahudiler arasında çıkan bağımsızlık savaşına engel olamamış. Savaş
sonrasında şehrin kutsal yapılarının olduğu doğu bölümü Ürdün’ün,
daha yeni olan batı bölümü ise bağımsız İsrail devletinin olmuş.
Bundan 19 yıl sonra, 5.haziran.1967 yılında şehrin Yahudilere ait
bölümünün ateşe verilmesiyle dengeler yeniden bozulmuş ve 27 Haziranda
İsrail devleti şehrin eski bölümünü istila etmiş. 19 yıl aradan
sonra kutsal topraklara dönen Yahudiler, Ağlama Duvarı dışında hemen
bütün kutsal yerlere zarar verildiğini görmüşler. Gerçi bütün sinagoglar
yeniden inşa edilmiş, zarar gören pek çok yer onarılmış ama sorunlar
hiç bitmemiş bu şehirde.
Arabamızı park edip, eski şehrin büyülü atmosferinde yaklaşık 2,5
saat sürecek olan sabah yolculuğumuza başlıyoruz. Ağlama Duvarı'ndayız
önce. 2000 yıl boyunca topraklarından sürüldükleri için dünyanın
çeşitli yerlerine dağılmış Yahudilerin bir gün yine burada hep birlikte
yaşama umuduyla dua ettikleri yer burası.
İsa’yla ilgili efsanelerin yaratılmış olduğu “Via Dolorosa” dayız
daha sonra. Via Dolorosa, acı çekilen yol demekmiş. Efsane İsa’nın
çarmıha gerilişinden hemen sonra başlıyor. İsa’nın takipçileri (Ortodoks
Hıristiyanları) Calvary’ye kadar onun geçtiği yolları tekrarlıyorlar.
Bu yolda on dört durak bulunuyor. Bunlar; çoğu 14. yüzyılda yapılan
Yunan Ortodoks tapınakları.
Bundan sonraki durağımız Hıristiyanlığın Kudüs’teki en büyük kilisesi
olan “Kutsal Mezar”. Aslında burası tek bir kiliseden ibaret değil.
Çeşitli mezheplere ait farklı kiliselerin toplu olarak bulunduğu
bir yer. Ancak ilginç bir durum, kutsal mezarın yalnızca tek bir
girişi var. Hıristiyanlar arasındaki mezhep farklılıklarından doğabilecek
çatışmaları önlemek için de bu tek girişin anahtarı Müslümanlara
verilmiş.
Bugün Kutsal Mezarın içinde beş farklı mezhebe ait kilise var. Roma’lı
katolikler, Ortodoks Yunanlılar ve Ermeniler, Kıptiler (Mısır asıllı
hıristiyanlar), Suriyeli Ortodokslar.
Kutsal Mezardan çıktıktan sonra, sabah rehberimizin Kudüs’ü gezmenin
bir güne sığdırılmasının mümkün olmadığına dair söylediklerini anımsıyor
ve gülümsüyorum. Çünkü ne demek istediğini bu görkemli “Old City”
nin gezdiğim kadarki bölümünden anladım.
Artık öğle zamanı geldi ve gezimizin yarısı da sona erdi. Bugün
göremeyeceğim kısımlarını görmeye fırsatım olacak mı acaba hayatımın
ileriki bölümlerinde. Belki bir gün barış olur ve yine rehberimizin
deyimiyle bugün pek –friendly- olmadığı için gezilemeyen yerlerde
dolaşıyor olabiliriz.
Öğleden sonra artık daha yakın bir tarihle bağlantıya geçiyoruz
ve akşamüzerine kadar olan zamanımızı Nazizm zamanında katledilen
Yahudilerin anısına yaptırılan müzede geçiriyoruz. Sabah hissedilenlerden
çok farklı duygular yaşanıyor burada. Altı milyon Yahudi’nin öldürülmüş
olması, insanlığın cinnet geçirdiği bir dönem olarak çağrışıyor
bana.
Ses efektleriyle, sine-vizyon görüntüleriyle donatılmış bu müzede,
acı insanın iliklerine kadar işliyor.
Dönüş yolu için arabamıza doğru yürürken, aynı gün içinde bu kadar
farklı duygular içinde dolaşmış olmanın karmaşası var içimde.