SAYI 3 / 18 MART 2004

 

YAŞAMIN ÇOCUKLARI

Elvan Dirlik



Yahudilerin böyle bir şarkı söylediklerini görüyorum rüyamda. Marş gibi bir şeydi, beste yapmış bilinçaltım. Acaba televizyon açıktı da oradan duyduğum bir şey miydi bilmiyorum. Ertesi gün ilk kez Kudüs’e gidecek olmanın heyecanıyla ve belki hafif tedirginliğiyle de görülmüş olabilir bu rüya.

* * *

Geçen sene 11 Eylül'ün ertesinde ortalık yatışıp da tekrar İsrail’e geldiğim zamanlardan birinde, bana yapılan bir düğün davetini seve seve kabul etmiştim. Hatta bu sayede İsrail’de resmi nikah olmadığını, yalnızca hahamın tanıklığında damadın geline bir anlaşma verdiğini ve damat anlaşmada yazılı maddelerden herhangi birine uymazsa boşanma hakkının kadında olduğunu,
ancak bazı çiftlerin yine de resmi nikaha sıcak baktıkları için Kıbrıs’ta (güney kesimi) evlenmeye gittiklerini öğrendim.

Düğün benim için çok ilginç olmuştu..

Törende önce Haham bir konuşma yapıyor, İbranice ilahiler okunuyor ve evlilik belgesi geline sunuluyor. Bu arada töreni ayakta izleyen konuklara çorba ve şarap servisi yapılıyor. Tabii törenin sonunda gelinle damat da şaraplarını içiyorlar. Ve karı-koca oluyorlar.

Bütün bunlar olurken ben tüylerim diken diken olmuş halde yaşadıklarımın gerçek olduğunu sindirmeye çalışıyorum.

Yemeğin başlamasıyla normal düğün havasına giriliyor. Bizim düğünleri normal kabul ederek yazıyorum bu cümleyi. Pistte, DJ’in çaldığı Amerikan pop müziği eşliğinde dans ediliyor önce. Ve sıra oryantale geliyor. Ne de olsa Arap yarımadasındayız tabii. O sırada nasıl olduğunu tam anlayamadan kendimi pistin ortasında göbek atarken buluyorum. Meğer her şey iyi hoş da Yahudi kızlar kıvırma konusunda biraz zayıflarmış. Topladığım tezahürattan sonra bir de tekila ile ödüllendiriliyorum ve böylece utancımı biraz hafifletiyorum.

Düğünden dönerken beni otele bırakacak olan çiftin annelerinden biri arıyor ve bilmem neredeki başka bir düğünde canlı bomba patladığını ve 11 kişinin öldüğünü haber veriyor. Arabadaki sohbetimiz İsrail-Filistin çekişmesi üzerinde yoğunlaşıyor; durum pek de umut verici görünmüyor.

İsrail’in dışarıdan çok destek alıyor görünmesine karşın ABD’nin dışında yalnızca Micronezia diye adını ilk kez o gece duyduğum bir ülkenin arkalarında olduğunu öğreniyorum. ABD kuşkusuz çok büyük bir destek ama ben o gece İsrail’dekilerin kendilerini çok yalnız hissettiklerini fark ediyorum. Belki Türkiye’nin de hissettiği kadar bir yalnızlık bu ama o gece bana dokunuyor işte.

* * *


Sabah, bir gün önceden ayarlanmış olduğu gibi, tur için rehberimiz beni otelimden alıyor ve saat sekiz civarında Tel Aviv’den Kudüs’e yola çıkıyoruz. Turda yalnızca beş kişiyiz ve dört kişi iş için, bir kişi de bir düğün için burada bulunuyor. Rehberimiz birkaç yıl öncesinde günde ortalama 1500 kişinin Kudüs’ü ziyaret ettiğini, şimdilerdeyse bu sayının 50-100 civarı olduğunu söylüyor. Turdakilerin her biri farklı bir ülkeden. Güney Afrikalı olan Janet aynı zamanda düğün için gelmiş. Sanıyorum 80’li yaşlarına veda etmiş; ama enerjisi hiçbirimizden az değil. Bütün tur boyunca hemen hemen hiç konuşmuyor ve nedenini çok da anlayamadığım bir şekilde genelde benim yanımda yürüyor.

Brezilyalı Ester ile İtalyan Nelson ise tura birlikte katıldılar. Eskiye dayalı arkadaşlıkları varmış. Onlar da Nelson’un ortadan kaybolmadığı zamanlarda tur boyunca birlikte dolaşıyorlar.

Ve son olarak Manchester’lı David’imiz var. Kendisi tibbi lazer makinası kurmak için İsrail’e gelmiş olan bir elektronik mühendisi. Ben en çok onunla sohbet etmek istiyorum ama o kadar ağır bir aksanı var ki, üç beş kere söylediklerini tekrarlatmak zorunda kalıyorum.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra Kudüs’e varıyoruz. Trafik sıkışık olmasa yol bir saat sürüyormuş ama o gün İsrail’de okullar açıldığı için, trafik tıkalı.

Önce “Panorama of Jerusalem “ den 4000 yıllık şehre bakmak için duruyoruz. Rehberimiz Jerusalem’in Barışın Şehri anlamına gelmesine rağmen ne kadar az süreyle barış içinde yaşadığını anlatıyor.
Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal olan bu şehirde çok farklı medeniyetler hüküm sürmüş.

Şehrin en dikkat çekici yapılarından olan altın kubbe 691’de ve hemen yanındaki Mescid-i Aksa 703’te yapılmış.

Osmanlı’nın himayesi altıda olduğu dönemde ise en çok Kanuni ilgi göstermiş bu şehre. Yaklaşık 1550’lerden 1917 yılına kadar Osmanlılarda olan şehirde, daha sonra 30 yıl İngilizler hüküm sürmüş. 29.Kasım 1947’de birleşmiş milletlerin müdahalesiyle Kudüs Filistinli araplar ve Yahudiler arasında paylaştırılmış ancak bu müdahale 1948’de Araplarla Yahudiler arasında çıkan bağımsızlık savaşına engel olamamış. Savaş sonrasında şehrin kutsal yapılarının olduğu doğu bölümü Ürdün’ün, daha yeni olan batı bölümü ise bağımsız İsrail devletinin olmuş. Bundan 19 yıl sonra, 5.haziran.1967 yılında şehrin Yahudilere ait bölümünün ateşe verilmesiyle dengeler yeniden bozulmuş ve 27 Haziranda İsrail devleti şehrin eski bölümünü istila etmiş. 19 yıl aradan sonra kutsal topraklara dönen Yahudiler, Ağlama Duvarı dışında hemen bütün kutsal yerlere zarar verildiğini görmüşler. Gerçi bütün sinagoglar yeniden inşa edilmiş, zarar gören pek çok yer onarılmış ama sorunlar hiç bitmemiş bu şehirde.

Arabamızı park edip, eski şehrin büyülü atmosferinde yaklaşık 2,5 saat sürecek olan sabah yolculuğumuza başlıyoruz. Ağlama Duvarı'ndayız önce. 2000 yıl boyunca topraklarından sürüldükleri için dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış Yahudilerin bir gün yine burada hep birlikte yaşama umuduyla dua ettikleri yer burası.

İsa’yla ilgili efsanelerin yaratılmış olduğu “Via Dolorosa” dayız daha sonra. Via Dolorosa, acı çekilen yol demekmiş. Efsane İsa’nın çarmıha gerilişinden hemen sonra başlıyor. İsa’nın takipçileri (Ortodoks Hıristiyanları) Calvary’ye kadar onun geçtiği yolları tekrarlıyorlar. Bu yolda on dört durak bulunuyor. Bunlar; çoğu 14. yüzyılda yapılan Yunan Ortodoks tapınakları.

Bundan sonraki durağımız Hıristiyanlığın Kudüs’teki en büyük kilisesi olan “Kutsal Mezar”. Aslında burası tek bir kiliseden ibaret değil. Çeşitli mezheplere ait farklı kiliselerin toplu olarak bulunduğu bir yer. Ancak ilginç bir durum, kutsal mezarın yalnızca tek bir girişi var. Hıristiyanlar arasındaki mezhep farklılıklarından doğabilecek çatışmaları önlemek için de bu tek girişin anahtarı Müslümanlara verilmiş.

Bugün Kutsal Mezarın içinde beş farklı mezhebe ait kilise var. Roma’lı katolikler, Ortodoks Yunanlılar ve Ermeniler, Kıptiler (Mısır asıllı hıristiyanlar), Suriyeli Ortodokslar.

Kutsal Mezardan çıktıktan sonra, sabah rehberimizin Kudüs’ü gezmenin bir güne sığdırılmasının mümkün olmadığına dair söylediklerini anımsıyor ve gülümsüyorum. Çünkü ne demek istediğini bu görkemli “Old City” nin gezdiğim kadarki bölümünden anladım.

Artık öğle zamanı geldi ve gezimizin yarısı da sona erdi. Bugün göremeyeceğim kısımlarını görmeye fırsatım olacak mı acaba hayatımın ileriki bölümlerinde. Belki bir gün barış olur ve yine rehberimizin deyimiyle bugün pek –friendly- olmadığı için gezilemeyen yerlerde dolaşıyor olabiliriz.

Öğleden sonra artık daha yakın bir tarihle bağlantıya geçiyoruz ve akşamüzerine kadar olan zamanımızı Nazizm zamanında katledilen Yahudilerin anısına yaptırılan müzede geçiriyoruz. Sabah hissedilenlerden çok farklı duygular yaşanıyor burada. Altı milyon Yahudi’nin öldürülmüş olması, insanlığın cinnet geçirdiği bir dönem olarak çağrışıyor bana.

Ses efektleriyle, sine-vizyon görüntüleriyle donatılmış bu müzede, acı insanın iliklerine kadar işliyor.

Dönüş yolu için arabamıza doğru yürürken, aynı gün içinde bu kadar farklı duygular içinde dolaşmış olmanın karmaşası var içimde.