Ankara'da Ocak başlarında soğuk günlerdi. Önceki günlerde yağmış olan
kar yer yer buzlaşmış, rengi de karararak sanki bir çamur kütlesi
halini almıştı. Okulda final dönemiydi, Türkiye ise bir savaşın eşiğinde.
Her şey nasılda anlamsızlaşıyordu kütüphanede ders çalışırken bir
görevli kapının üzerine 'sığınağa gider' diye bir yazı yazdığında.
Ders çalışmaya nasıl devam edilebilirdi ki.
O günlerde bir yandan Türkçe'de 'konuşlanmak' gibi yeni sözcükler
kullanıma giriyor, bir yandan da CNN ve BBC televizyonları naklen
savaş yayını yapıyorlardı. Aslında bu daha da acımasızdı. Çünkü biz
savaşa katılan insanların korkusunu göremiyor, o atmosferi koklayamıyorduk.
İzleyenler için her şey bir film gibiydi. Dalai Lama'nın 'eskiden
savaşlarda yenen taraf yenilen tarafın acısına tanık olur, ama artık
savaşı yönlendirenler, binlerce kişinin ölümünü sadece bir düğmeye
basmayla hazırlayanlar bu tanıklığı, daha doğrusu en temel insani
değerleri yaşayamıyorlar' demesi gibiydi bu.
Saat 18.30-19.00 gibi bir finalden çıkmış Ankara'nın o dönemlerdeki
gettosu Yüzüncü Yıl İşçi Sitesindeki evime ODTÜ'den yürümeye başlamıştım.
Yurtların orada arkadaşlar toplanmışlar savaşa karşı bir protestoya
başlamışlardı. Ben de katıldım. Yurtlarda kalanları yürüyüşe davet
ettik. Sloganlar attık. Tüm yurtlar bölgesini dolaştıktan sonra Beşinci
yurtla, İkinci yurt arasında kalan basket sahasına gelmiştik. O ana
kadar olayları uzaktan izleyen jandarma nasıl olduysa yakınlaşmış
ve birden anlaşılmaz bir şekilde arbede başlamıştı. Karanlıktı. Yerler
buzdu. Beşinci yurdun kantinine kaçanlar oldu, her yandan çığlıklar
ve bağırışlar duyuluyordu, kapıların ve kantinin büyük camları gürültüyle
kırılıyordu. Olası bir savaşta canlı kalkan olarak kullanılacak askerlerin
'savaşa hayır' eylemine müdahalesi üzerine ne kadar kafa yorabilirdik
ki. Olaylar daha fazla büyümeden jandarma çekilmiş, ortalığı korkunç
bir gerginlik ve durgunluk. O gece gözaltına alınan da olmamıştı anımsadığım
kadarıyla, bu işi sonraya mı bırakmıştı komutanlar, tam anımsayamıyorum.
Evime giden yol jandarma bölgesinden geçiyordu. Sınırları içinde karakol
bulunan üniversiteler başka nerelerde olabilir? Yürüme yolundan başka
bir yol kullansam hem zaman hem de para kaybı olacaktı. Yürümeye başladım.
Zaten çoğu öğrenciyi olduğu gibi beni de tanıyorlardı. Yüz göz olmuştuk.
Tek başıma yürüdüm. Bir ara askeri bir araç yanımda yavaşladı, yüzüme
baktı, sonra yoluna devam etti. Kapıdan dışarı çıkarken nöbetçiler
de ters ters baktılar. Eve vardığımda herkesin eylemden haberinin
olduğunu öğrendim. Sesler oraya kadar gitmiş. Yan blokta kalan Alif
çantasını hazırlamış yola koyuluyordu, Hüseyin ise yola yarın çıkması
için onu ikna etmeye çalışıyordu. Yazları yürüyüşe gittiğimiz Gerede
civarlarındaki yaylalara otostopla gidilecekti. Şehirde kalıp bir
şey yapamamaktan kafayı yemektense bağıracaktık avazımız çıktığı kadar.
Alif ikna oldu. Ertesi gün yola çıktık. Ne yazık ki üstümüze başımıza
giyebileceğimiz o ısıya dayanıklı malzemeler yoktu. Bir yayla evine
girecek ateş yakıp ısınacaktık. Yanımıza bir tencere, bir paket makarna
ve biraz da içki almıştık. Uyku tulumumuz bile yoktu, battaniye götürmüştük
yanımızda.
İki gruba ayrılarak otostop çektik ve ilginçtir ki eski İstanbul-Ankara
yolunda anlaştığımız noktada birkaç dakika farkla buluştuk. Beyazlık
mükemmeldi. Hayvanların ayak izleri vardı karın üzerinde. Bizi yola
yakın olan köyde tüfeğiyle yaşlı bir amca karşıladı. Ona gidiyor olduğumuz
yaylanın bekçisinin adını verdik. Bahar günleri oralara gittiğimizde
tanışmıştık Hacı Memiş'le. Onun adı bir anahtar olmuştu sanki, amca
bize çok iyi davranmıştı. Ona yerdeki izler hakkında sorduk. Kurtların
ayak izleriymiş, 'dikkatli olun' dedi.
Konaklayacağımız yere gelmiştik. Bazı yayla evleri çok köhne, bazıları
neredeyse birer lüks evdi. Biz başımıza bela açmamak için köhne bir
tanesinin kapısını kolayca açarak girdik. Daha çok bir ağaç eve benzeyen
yerde zaten yataktan başka bir şey yoktu.
Çantalarımızı bıraktıktan sonra yakacak odun toplamaya dışarı çıktık.
Güzellik işte buydu. Gök lacivert rengine bürünmüş, yıldızlar parlıyordu.
Büyük şehrin bize unutturduklarıydı bunlar. İnsanlığımızı da unutuyorduk
işte. Şiddet olmasın diye şiddet kullanmak bile sorgulanmıyordu. Köyün
çeşmesinin akar halde buz tutması yıllar yılı aklımdan çıkmayacak
bir imgeydi. Bağırdık. Şiirler okuduk. Şarkılar söyledik. Karların
üzerine yazılar yazdık. Yorulmuştuk. Tek göz odadan oluşan eve çıktık.
Topladığımız odunları yakmak pek işe yaramıyordu çünkü biz hareketsiz
kalınca soğuğu daha da fazla hissetmeye başlamıştık.
Makarnayı pişirdik. Yedik. Ardından kanyak içildi. Ben az içtim. Ama
güzel bir hataydı belki de orada içmek. Zorluydu elbette o gece, yaşamın
kıyısında yarı uyur yarı uyanık, zaman zaman bizi ısıtmayan ateşi
besleyerek...
Sabah olmuştu. Biraz bekledikten sonra yola yine otostopla çıkacaktık.
Ankara'ya vardık. Yolda bindiğim tırın şoförü bana kurufasulye, pilav
ısmarlamıştı.
Yanımızdaki fotoğraf makinasıyla çektiklerimiz bastıramadık hiç. Parasızlık
bir yandan bir yandan ilgisizlik, dağınıklık. Bu yolculuğun izleri
yıllar boyunca taşındı zihnimde. Sadece ruhsal izleri değil fiziksel
izleri de. Ayak başparmaklarımız (Hüseyin'inki özellikle) uzun bir
zaman sızladı.
Günlük koşuşturmacalar, müteahitlerin ve taşeronların seçimleri derken
ne çabuk da unuttuk Bağdat'a yapılanları.