SAYI 3 / 18 MART 2004

 
13 YIL ÖNCESİNDEN BİR SAVAŞ PROTESTOSU

Bora Ercan



Ankara'da Ocak başlarında soğuk günlerdi. Önceki günlerde yağmış olan kar yer yer buzlaşmış, rengi de karararak sanki bir çamur kütlesi halini almıştı. Okulda final dönemiydi, Türkiye ise bir savaşın eşiğinde. Her şey nasılda anlamsızlaşıyordu kütüphanede ders çalışırken bir görevli kapının üzerine 'sığınağa gider' diye bir yazı yazdığında. Ders çalışmaya nasıl devam edilebilirdi ki.

O günlerde bir yandan Türkçe'de 'konuşlanmak' gibi yeni sözcükler kullanıma giriyor, bir yandan da CNN ve BBC televizyonları naklen savaş yayını yapıyorlardı. Aslında bu daha da acımasızdı. Çünkü biz savaşa katılan insanların korkusunu göremiyor, o atmosferi koklayamıyorduk. İzleyenler için her şey bir film gibiydi. Dalai Lama'nın 'eskiden savaşlarda yenen taraf yenilen tarafın acısına tanık olur, ama artık savaşı yönlendirenler, binlerce kişinin ölümünü sadece bir düğmeye basmayla hazırlayanlar bu tanıklığı, daha doğrusu en temel insani değerleri yaşayamıyorlar' demesi gibiydi bu.

Saat 18.30-19.00 gibi bir finalden çıkmış Ankara'nın o dönemlerdeki gettosu Yüzüncü Yıl İşçi Sitesindeki evime ODTÜ'den yürümeye başlamıştım. Yurtların orada arkadaşlar toplanmışlar savaşa karşı bir protestoya başlamışlardı. Ben de katıldım. Yurtlarda kalanları yürüyüşe davet ettik. Sloganlar attık. Tüm yurtlar bölgesini dolaştıktan sonra Beşinci yurtla, İkinci yurt arasında kalan basket sahasına gelmiştik. O ana kadar olayları uzaktan izleyen jandarma nasıl olduysa yakınlaşmış ve birden anlaşılmaz bir şekilde arbede başlamıştı. Karanlıktı. Yerler buzdu. Beşinci yurdun kantinine kaçanlar oldu, her yandan çığlıklar ve bağırışlar duyuluyordu, kapıların ve kantinin büyük camları gürültüyle kırılıyordu. Olası bir savaşta canlı kalkan olarak kullanılacak askerlerin 'savaşa hayır' eylemine müdahalesi üzerine ne kadar kafa yorabilirdik ki. Olaylar daha fazla büyümeden jandarma çekilmiş, ortalığı korkunç bir gerginlik ve durgunluk. O gece gözaltına alınan da olmamıştı anımsadığım kadarıyla, bu işi sonraya mı bırakmıştı komutanlar, tam anımsayamıyorum.

Evime giden yol jandarma bölgesinden geçiyordu. Sınırları içinde karakol bulunan üniversiteler başka nerelerde olabilir? Yürüme yolundan başka bir yol kullansam hem zaman hem de para kaybı olacaktı. Yürümeye başladım. Zaten çoğu öğrenciyi olduğu gibi beni de tanıyorlardı. Yüz göz olmuştuk. Tek başıma yürüdüm. Bir ara askeri bir araç yanımda yavaşladı, yüzüme baktı, sonra yoluna devam etti. Kapıdan dışarı çıkarken nöbetçiler de ters ters baktılar. Eve vardığımda herkesin eylemden haberinin olduğunu öğrendim. Sesler oraya kadar gitmiş. Yan blokta kalan Alif çantasını hazırlamış yola koyuluyordu, Hüseyin ise yola yarın çıkması için onu ikna etmeye çalışıyordu. Yazları yürüyüşe gittiğimiz Gerede civarlarındaki yaylalara otostopla gidilecekti. Şehirde kalıp bir şey yapamamaktan kafayı yemektense bağıracaktık avazımız çıktığı kadar.

Alif ikna oldu. Ertesi gün yola çıktık. Ne yazık ki üstümüze başımıza giyebileceğimiz o ısıya dayanıklı malzemeler yoktu. Bir yayla evine girecek ateş yakıp ısınacaktık. Yanımıza bir tencere, bir paket makarna ve biraz da içki almıştık. Uyku tulumumuz bile yoktu, battaniye götürmüştük yanımızda.

İki gruba ayrılarak otostop çektik ve ilginçtir ki eski İstanbul-Ankara yolunda anlaştığımız noktada birkaç dakika farkla buluştuk. Beyazlık mükemmeldi. Hayvanların ayak izleri vardı karın üzerinde. Bizi yola yakın olan köyde tüfeğiyle yaşlı bir amca karşıladı. Ona gidiyor olduğumuz yaylanın bekçisinin adını verdik. Bahar günleri oralara gittiğimizde tanışmıştık Hacı Memiş'le. Onun adı bir anahtar olmuştu sanki, amca bize çok iyi davranmıştı. Ona yerdeki izler hakkında sorduk. Kurtların ayak izleriymiş, 'dikkatli olun' dedi.

Konaklayacağımız yere gelmiştik. Bazı yayla evleri çok köhne, bazıları neredeyse birer lüks evdi. Biz başımıza bela açmamak için köhne bir tanesinin kapısını kolayca açarak girdik. Daha çok bir ağaç eve benzeyen yerde zaten yataktan başka bir şey yoktu.

Çantalarımızı bıraktıktan sonra yakacak odun toplamaya dışarı çıktık. Güzellik işte buydu. Gök lacivert rengine bürünmüş, yıldızlar parlıyordu. Büyük şehrin bize unutturduklarıydı bunlar. İnsanlığımızı da unutuyorduk işte. Şiddet olmasın diye şiddet kullanmak bile sorgulanmıyordu. Köyün çeşmesinin akar halde buz tutması yıllar yılı aklımdan çıkmayacak bir imgeydi. Bağırdık. Şiirler okuduk. Şarkılar söyledik. Karların üzerine yazılar yazdık. Yorulmuştuk. Tek göz odadan oluşan eve çıktık.

Topladığımız odunları yakmak pek işe yaramıyordu çünkü biz hareketsiz kalınca soğuğu daha da fazla hissetmeye başlamıştık.

Makarnayı pişirdik. Yedik. Ardından kanyak içildi. Ben az içtim. Ama güzel bir hataydı belki de orada içmek. Zorluydu elbette o gece, yaşamın kıyısında yarı uyur yarı uyanık, zaman zaman bizi ısıtmayan ateşi besleyerek...

Sabah olmuştu. Biraz bekledikten sonra yola yine otostopla çıkacaktık. Ankara'ya vardık. Yolda bindiğim tırın şoförü bana kurufasulye, pilav ısmarlamıştı.

Yanımızdaki fotoğraf makinasıyla çektiklerimiz bastıramadık hiç. Parasızlık bir yandan bir yandan ilgisizlik, dağınıklık. Bu yolculuğun izleri yıllar boyunca taşındı zihnimde. Sadece ruhsal izleri değil fiziksel izleri de. Ayak başparmaklarımız (Hüseyin'inki özellikle) uzun bir zaman sızladı.

Günlük koşuşturmacalar, müteahitlerin ve taşeronların seçimleri derken ne çabuk da unuttuk Bağdat'a yapılanları.