Geçenlerde İstanbul’un billboardlarını kendimizi bize tanıtan ilanlar kapladı. Sıradan genç yüzlerin neredeyse rötuşsuz vesikalık fotoğrafları
yanyana dizilmiş, altına da “bu insanlar nereli” türünden bir yazı yazılmıştı. Aynanın karşısına geçip kendini başka biri olduğuna şartlamaya
çalışan bir aktörün yaptığı gibi orada yansıyan yüzün ne olduğu değil de yazıdaki ifadede beliren iddia önemliydi burada. Bizim aslında dünyanın
diğer gençlerinden öyle çokta belirgin bir farkılığımız yok iması garip bir şekilde bir ülke tanıtım kampanyasının ana teması olmuştu.
Peki neden özgünlük değil de bir aynılık iddiası bizim kimlik oluşturma çabamızın böylesine merkezinde? Oysa genelde dünyada tanıtım çalışmalarında toplumların
ayırdedici özellikleri, görünüşleri ön plana çıkarılır; İskoçlar eteklerini, Japonlar kimonolu kızlarini, İngilizler iri şapkalı saray nöbetçileri gibi klişeleri
burnumuza sokarlar yıllardır bıkıp usanmadan. Elbette toplumlar büyük grup psikolojisini besleyen rituellerdeki temel öğeleri, kendilerini baskalarina tanıtırken
de öncelikli olarak anımsarlar. Ama kendisine bakışında sürekli arıza çıkardığı için bir ayna imgesi oluşturma işinde henüz ortak bir kanıya varamamış toplumlarda
dışa dönük bakışın arkası da işte böyle çok sağlam olmuyor. Bu yüzden film seti fonu gibi arkası boş paneller yerine örneğimizde olduğu gibi hiç olmazsa bütünüyle
saydam, içinden her şey geçebilen yüzlerimizi kullanalım demek belki de tanıtım işini yapanların başvuracakları en samimi yöntem olabiliyor.
Elbette kendisini tanıtacakların öncelikle kendileri hakkında bir fikir sahibi olmaları gerekiyor. Açıkça görülüyor ki, kampanyayı tasarlayanlar modernleşme sonrası
yüzünü batıya dönmüş bir toplumun kültürünu öne çıkarmayı amaçlamış. Genç insanlar yoluyla, genç ülke ve onun dünyanın herhangi baska bir ülkesiyle karşılaştırabileceğiniz
çağdaş yüzü öne çıkarılıyor.
Bu tür tanıtımların yöneldiği asıl hedef kitle Avrupa Birliği halkı olduğuna göre durumu daha iyi anlamak için bizim onlarla aramızda nicedir süregiden şu aşk/nefret
ilişkisine de bir göz atmak gerekir. Onlarca yıldır elindeki yarım davetiyeyle ne yapacagını bilmeden havada asılı kalmış bir ruhun halini yaşıyor bu toplum. Yarım
olan aslında hiç olmayandır, üstüne üstlük hiçliğin dingin boşluğunun tersine yarım olan kendi halini ait olduğunu düşündüğü bütünü tamamlayacak olan diğer parcasına
bağlı kıldığı için, zavallı bir halde kendine yer bulamamadan da muzdariptir. O yarımı hiçbir yere koyamazsınız, kaybolmasın diye, diğer yarım gelince hemen birleştirmek
mümkün olsun diye hep gözönündedir. Bekleyen gözün içindeki o yarımlık, eksik bakış, kendi içine yöneldiğinde ortaya çıkan portre de ancak böyle saydam yüzleri yansıtabiliyor demek ki.
Ama izi silinmis bakışı, fotoğrafta olmayan, bastırılmış, gizlenmiş bakışı zihnimizde canlandirabilirsek ancak o zaman asıl portremizi ortaya çıkarabilirmişiz gibi
geliyor bana. Hiç karikatürize etmeden, içine başka bir sey doldurmaya kalkmadan, ne fazla sterilize edip nede aşırı bağlamla boğarak yansıtılmış biz imgelerinin
oluşmasını bekliyoruz hala. Ancak o afişteki resime dahil edilmeyen yüzler ellerine fotoğraf makinasını alıp kendi kendilerini çekebilirlerse ortaya cikabilecek biz
imgelerini görmeye hepimiz hazır olmayabiliriz. İşte o zaman daha zor bir tanıma çabasına gırmek, kendi kimliğindeki yeni fotoğrafa alışma çabasına katlanmak gerekecek.
Belki asıl korkulan da birim vesikalık alana düşen yüzlerin bu çoğul karmaşasıdır.