A’DAN X’E...
Z’DEN B’YE...
MÜZİKLİ BİR JOHN BERGER OKUMASI



Zelda Capulet






“Mi Guapo, Gecenin son karanlıkları. Daha uyumadım. Geleceği düşünüyordum. Herhangi bir yerdeki geleceği değil. İkimizin geleceğini değil. Burada kürtajla almaya çalıştıkları gelecekten bahsediyorum. Başaramayacaklar. Korktukları gelecek gelecek. Ve içinde bizden kalan, karanlıkta koruduğumuz güven olacak.”

“Umudumuz var diyemeyiz-sadece ona kucak açıyoruz”





“Geçen sene, Suse kasabasının kuzeyindeki tepelere inşa edilmiş, yüksek güvenlikli yeni hapishane açıldığında, şehir merkezindeki eski hapishane kapatıldı ve terk edildi.

Eski hapishanedeki 73 numaralı hücrenin son sakini, ranzanın karşısındaki duvara mektup gözleri yapmıştı. Boş Marlboro kartonlarından yaptığı rafı, koli bandıyla sıkı sıkı duvara yapıştırmıştı. Her bir göz birkaç oyun kâğıdı destesi alabilecek büyüklükteydi. Üçünde mektup tomarları bulundu...”


Diye başlıyor John Berger, bu mekansız, zamansız, ülkesiz mektuplaşmalar için sözlerine... Ardından sözü, A’ya bırakıyor; bedeninin her kıvrımında, zihninin her köşesinde X’e duyduğu hasreti hisseden A’ya...

Bugün yada geçmişte ve hatta dünya böyle olduğu sürece gelecekte; dünyanın her hangi bir yerinde ve sanki her yerinde; çatılarında bombaların patladığı, sokaklarında panzerlerin gezdiği şehirlerde, çocukların öldüğü, kadınların ağladığı evlerde, insanların sırra kadem bastığı sokaklarda, dövüldüğü, sövüldüğü zindanlarda her yerde ve tüm zamanlarda yapılabilecek mektuplaşmalar bunlar... Donuk ekranlara yazılan, sanal çöp kutularında yok edilen cinsten değil; sararan, solan, zamanın, toprağın, kanın, terin kokusunu alan kağıtlara yazılan cinsten mektuplar...

Acı çeken ve acı çektiren bir hayatta, aç, doymamış bir aşka, yoksun bir bedene rağmen her hücresiyle aşkını ve hayatı yaşayan bir kadınla; gökyüzünden, sudan, güneşten aşkından yoksun, dört duvar arasındayken bile daha “farkında” ve daha özgür bir erkeğin hikayesi bu...

Bu kitabın yarattığı evrende dönüp duran dünya toza, dumana, kana bulanmışlığı bir yana, melodilerle sarılı. Taze kahvenin, nanenin kokusunun arasından tüten melodiler bunlar. Bir kadından bir erkeğe, bir erkekten bir kadına doğru yol alan, yolunu bulan melodiler hayatı hem onlara, hem size yaşanır kılıyorlar, umudu ve ümidi taşıyorlar...

Bu yazı size John Berger’in kitabını çok başka bir dille, kitabın kendi içinden çıkan melodileriyle anlatacak... Okumaksa size kalmış...



“... Evde radyo açıktı – bir kadın şarkıcı. Cesaria Evora. Buna mukabil, viran evler sessizdi. Evora’nın sesi özenle etraflarında dolanıyordu.

Beni kahve içmeye davet etti ve radyoyu kapadı. Ölmüş olmadığı anlar var, dedi kahvesini yudumlarken. Günler geçtikçe bu anlar çoğalıyor. Ama hergün onun yokluğu ile başlıyor...”


Yukardaki satırları okuduğumda aklıma ilk gelen şarkı Ausencia, Yalnızlığım oldu elbette...




Absence, absence
If we had wings to fly long distances
If we were a gazelle to run without getting tired
We could get together and absence could be never again our dilemma
But only in thoughts one can travel without fear
Only in my dreams I’m free
Only in my dreams I’m stronge, I have good protection
I receive lots of tenderness and I have a beautiful smile
Oh solitude, I am alone like I was when I was born
The sun is shining but it is not very bright
“He” doesn’t know where to enlighten, where to go
Oh, solitude is a fate
Absence, absence


Lavta başka bir çalgıya benzemiyormuş. Kucakladığın anda lavta bir erkeğe dönüşüyormuş! Bir erkeği çalıyormuşsun. Bunu anında hissedermişsin. Tellerini çekermişsin – zevkine göre yedi, onüç veya yirmi bir tel – adamın göğsünün, boynunun, omuzlarının tellerini. Lavtanın müziği erkekmiş, erkek. Çaldığın bütün erkekleri hatırlarmışsın.

Burada belki de iki bedenin emprovize, yani doğaçlayarak birbirine temasına gönderme yapmalı değil mi? Alla’nın lavtasını dinliyoruz şimdi Improvision Luth A...




Radyoda Cassandra Wilson:

“Sadece seni görmek istiyorum
Güneş batarken.
Bu kadar basit
Güneş batarken seni görmek istiyorum
Başkaca birşey yok.”


Bu hangi şarkı bilmiyorum ama benim tercihim Casandra Wilson’dan Black Orpheus...



A day in the life of a fool
A sad and a long lonely day
I walk the avenue
Hoping to run into
The very sight of you coming my way.


I stop just in front of our door
But you're never there any more
So back to my room
And here in the gloom
I cry tears of goodbye


Til you come back to me
That's the way it will be
Everyday in the life of a fool




“Bu gece Junction mahallesindeyim ve çok gençken takıldığım bir kafenin yanından geçiyordum. İçimden girmek geldi. Müzik çalıyordu Akordiyon. Kafede değil aşağıdaki bodrumda, oraya inen bir merdiven vardı.

Akordiyoncu ayakta duruyor, başı neredeyse kirişlere değiyordu, masalarda oturan üç beş kişi vardı ve ortada dans etmek üzere olan bir çift – belki üçüncü veya beşinci defa. Kız taş çatlasa 17 yaşındaydı.”


Nedense bu taş çatlasa 17 yaşında olan kızın, kara bir roman kızı olduğunu düşündüm ve bu nedenle Sergey Yatsko’dan Russian Gypsy Romance’ı dinlemek istedim burada...





“Teybe gitti – hala dağ fotoğrafının olduğu köşede bir - ve bir cd koydu. Sonra ellerini kalçasına koyup bekledi. Bir tango, nabız kadar hayati. Dans etmeye başladı. Bana bakmıyordu ama adım ve yön seçimleri mevcudiyetimi tanıyordu.

Tangolar hayatta kalabilmeyi başarmış yaşam parçalarından yapılmıştır. Bacakların zikzaklarında birbirine eklenmiş, ister dökülmüş olsun ister dökülmemiş, akan kana daima biat eden parçalar, çaputlar.”


Söze gerek yok... Sexteto Mayor’dan Payadora...




“Bazen zaman bulmak zor oluyor arada
Benim için ne manaya geldiğini söylemek için
Kalbinin gülüsün sen...”


Diyerek sözü Johhny Cash’e bırakıyoruz Give My Love to Rose...

“Yorulduysan başını koluma yasla
Kalbimin gülü”



...

Give my love to Rose please won't you mister
Take her all my money, tell her to buy some pretty clothes
Tell my boy his daddy's so proud of him
And don't forget to give my love to Rose

Tell them I said thanks for waiting for me
Tell my boy to help his mom at home
Tell my Rose to try to find another
For it ain't right that she should live alone

Mister here's a bag with all my money
It won't last them long the way it goes
God bless you for finding me this morning
And don't forget to give my love to Rose


......

“Belki müzik ve o kanatlı melekler ikizdirler, birbirlerinin hemen ardından doğmuş. Önce müzik. İlk melek doğmadan önce, müziğin tek başına olduğu o anların yalnızlığını hayal etmek isteyenler Billie Holiday’i dinleyebilirler.”

Müziğin tek başınalığı için dinliyoruz şimdi... The Man I Love...




Ve son melodi olarak John Berger, ben Caetano Velosa’dan Cucurrucucu Paloma’yı seçiyorum senin için bir sakıncası yoksa...




“Sana dokunmak için bir dakika bekledim. Sonra uyuyacağız. Uyku ilk evimizdir, çatısız, duvarsız, yataksız. Diğerleri sonradan gelir, uykunun verdiği ilhamla. Bu gece, doğum günümden sonraki gece, seni ilk evimize alıyorum sevgilim. Devasa kapının altından atıyorum, beni içinde bulacaksın.”